Hatırlayanlar olacaktır; geçen yıllarda meşhur olan bir reklâm sözü vardı.
Medya vasıtalarından tekrarlanan bu sözde, “Kontrolsüz güç güç değildir” deniliyordu. Evet, ‘güçlü olmak’ önemlidir, ama bu güç kontrol altına alınabilir bir güç olmalı. “Kontrolsüz güç”ün sahibine de zarar verdiği gerçeği bu hatırlatmaya yol açmış olmalıdır.
“Büyük ve güçlü Türkiye” olmak da her halde ekseriyetin arzusudur. Tabiî ki buradaki ‘büyük ve güçlü’den ne anlaşıldığı da çok önemlidir. Çünkü ‘güç ve büyük’lük tek başına bir anlam ifade etmez. Güç ve büyüklük mutlak surette başka ‘iyi şeyler’ ile takviye edilmeli. Meselâ, hak, hukuk, adalet, şeffaflık, işlerin ehil ellerde olması, başarılı bir dış politika ve diplomasi, çok iyi bir eğitim sistemi, sağlam bir aile yapısı gibi ‘değer’ler bunu takviyenin içinde olmalı. Bu değerlerle desteklenmiş “büyük ve güçlü” bir ülkeyi kim istemez?
Tersi düşünülecek olursa; haksız, hukuksuz, adaletsiz, işlerin ehil ellerde olmadığı, aile yapısı dağılmış ‘büyük bir ülke’ olmak o ülkede yaşayanları memnun ve mutlu edebilir mi?
Peki; hak, hukuk, adalet ve diğer ‘iyi’likler ile takviye olan böyle bir ülke nasıl olunur? RS FM’de Atilla Güner’in sorularını cevaplandıran Siyaset bilimci Prof. Dr. Ali Çarkoğlu, bu konuda şöyle konuşmuş: “Önceliğimiz gelecek nesillerin refahı için çalışmak olmalı. Benim tercihim odur. Türkiye’nin dış politikadaki yanlışlarıyla cebelleşmek bizim için seçenek olarak sunulmaması lâzım. Güçlü Türkiye mi, özgürlükler mi diye bir tercih yapmak zorunda kalmamamız lâzım. Bu tercih yanlış bir tercih olur. Güçsüz bir Türkiye’yi kim kabul eder? Elbette güçsüz Türkiye’yi kimse istemez. Cumhuriyetin en sorunlu yıllarında, vatan işgal altındayken dahi bu tür bir seçenekle karşı karşıya olduğumuzda her zaman için insanların refahı tercih edilmiştir diye düşünüyorum. (...) ‘Ekonomiyi ve salgını boşver beka sorunumuz var. Dış politikaya yoğunlaşalım, güçlü Türkiye olalım’... (...) Bu mantığı kabullenmememiz gerekir. Daha çok demokrasi daha güçsüz bir Türkiye anlamına gelmez.”
Türkiye’yi idare edenlerin bir kısmı “hak, hukuk, adalet, liyakat, demokrasi, hürriyetler” denildiğinde bu kavramların “Büyük Türki- ye”nin kurulmasına engel olacağına inanıyor ve daha da vahimi, ellerindeki ‘yalan makinaları’ ile geniş kitleleri de buna inandırıyorlar. Sanki Türkiye’nin geri kalmış olmasının kabahati demokrasiyi tercih etmesinde. Bu anlayışla “AB seviyesini ve AB’de uygulanan ‘iyilikler’e” de karşı çıkıyorlar. Böyle düşünenlere göre idareciler ‘sert’ olmalı ve ‘vurdu mu oturtmalı!’ İyi de bu insanî bir hal midir?
Hem Türkiye maddî kalkınmayı dahi 1950 sonrasındaki ‘demokrasi havası’nda gerçekleştirmedi mi? Hak, hukuk, adalet, şeffaflık, hesap sorma ve hesap vermenin olduğu yerler ancak ‘büyük ülke’ olabilir. Ve tabiî ki kuru bir büyüklük değil, bütün ‘iyilikler’le süslenmiş, şefkatli bir büyüklük. Türkiye bunu istemeli ve gerçekleştirmek için de samimî olarak çalışmalı vesselâm.