Nisbeti önemli değil, ama Türkiye’de yaşayan nüfusun büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu bellidir.
Bununla birlikte İslâmı tam olarak bildiğimiz, yaşadığımız ve dünyaya güzel örnek olduğumuz söylenemez. En büyük düşmanlar olan cahillik, fakirlik ve ihtilâf tuzaklarıyla çepe çevre sarılmış durumdayız.
Diyanet İşleri eski Başkanlarından Prof. Mehmet Görmez de bu önemli hastalıklara dikkat çeken tesbitlerde bulunmuş. Ehemmiyetine binaen uzunca sayılan bir özet aktarmak isabetli olacak.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nda yedi yılı Başkan Yardımcılığı, yedi yılı da Başkan olmak üzere on dört yıl hizmet veren Prof. Dr. Mehmet Görmez’in bazı tesbitleri şöyle:
“Bence biz Türkiye’de iki egemenliğin kurbanı olduk. Biri ‘niceliğin egemenliği’, biri de ‘gösterişin egemenliği’. El’an Türkiye’de yüz altı İlahiyat Fakültesi, on bin de ilahiyat hocası var. İlahiyat fakültelerinde örgün eğitim gören öğrencilerle, ön lisans ve İLİTAM’ı da dikkate aldığımızda sayıları yüzbinleri bulan bir ilahiyatçı ile karşı karşıyayız. Müslüman olduğumuz günden bugüne kadar bizim toplumumuzda İslâmî ilimler tahsil eden insan sayısıyla, şu anda tahsil eden insan sayısını mukayese ettiğimizde, bugünkülerin daha fazla olduğunu görüyoruz. Ama ne var ki, inançla, dinle, ilmi meselelerle ilgili yüzlerce sorunumuz var ve müktesebatımız bu meselelerin hiçbirini çözmüyor, çözemiyor. Çünkü nicelik niteliği yok etti. Kaldı ki Türkiye’nin azımsanmayacak bir ilahiyat birikimi var ve bu birikim tarih sahnesinde süreklilik kazanmak için önemlidir.
“Evet, bir de ‘gösterişin egemenliği’ var. (...) Yani hem bilgiden, ilimden kopuk hem de bir gönül terbiyesi olmaktan çıkıp, taraftar ve takipçi kazanmaya önem veren, vaaz ve irşad kürsülerini bir dedikodu ve iftira kürsüsüne dönüştüren yapılarla karşı karşıya kaldık. Tabi ki işini çok iyi yapan, gönül terbiyesinde ısrar eden az sayıda da olsa insanların varlığını biliyoruz. Onları tenzih ediyorum. Ama genel olarak bir gösteriş kurbanı olduğumuzu görüyorum.
“Çünkü inandıklarımızı eylemlerimizle gösteremiyoruz. ‘Ey dünya, insan âyettir alet değil’, diye haykırmak istiyoruz, ancak kendimiz insana değer vermiyoruz. (...) İslâm dünyasındaki uyanış hareketlerinin kahir ekseriyeti aklın gücünden ve ahlâkla bezenmiş ruhun gücünden çok siyasetin gücüne talip oldular. Önce ahlâk ve maneviyat yerine önce güç ve iktidar, dediler. (...) Bazen de ahlâksızlığı dinîleştiriyor; yaptığımız bütün yolsuzlukların, düzenbazlıkların, hilelerin, dinden meşrûiyetini arıyoruz.
“(Müslümanların en büyük problemini sorsam?) Bir toplumun bilgi üretmesi, ahlâk üretmesi, örneklik oluşturması için öncelikle şu iki sorununu çözmesi lâzım: Selâm ve eman yani barış ve güvenlik. (...) Bunlar olmayınca hiçbiri olmuyor. Beraberinde fakirlik, cehalet, tefrika gibi hastalıklar da olunca güven ve barış sorununu çözmek imkânsız bir hal alıyor.
“Aslında bizi bu bataklıktan kurtaracak olan kaynaklarımız belli. Yeter ki bu kaynakları doğru anlayalım, dertlerimizi doğru tesbit edelim. (...) Bu gecikmelerimizi telâfi etmeye çalışırken bir taraftan mesafe açıldı, bir taraftan da istibdat rejimleri ve dış müdahaleler Müslümanların tekrar toparlanmasına engel oldu.” (Konuşan: Emeti Saruhan, Gerçek Hayat, 19 Kasım 2018)
Yanlışlar belli olduğuna göre ısrara gerek var mı? “Yolsuzlukların, düzenbazlıkların, hilelerin, dinden meşrûiyetini aramak” en büyük yıkım değil mi? Allah muhafaza etsin...