Siyaset dünyası çok çalkantılı olduğu için o dünyadan ne kadar uzak durulursa o kadar iyidir.
Aklı başında olanlar; herkese olduğu gibi siyasetçilere de iyiyi ve doğruyu tavsiye eder ve etmeli. Siyasetçilerin bir gün başka, öbür gün daha başka konuşması işlerinin gereği olabilir. Ancak ‘mütedeyyin’ insanların rüzgâra kapılan yapraklar gibi bugün dediğini yarın inkâr etmesi hem doğru değil, hem de mümkün değil. Öyle davranılması halinde en fazla zarar gören ‘mütedeyyinlik’ olmaz mı?
Siyasette ‘bir gün’ün bazen ‘bir yıl’ gibi uzun neticeler verdiği çok görülmüştür. Dün başbakanlık ya da bakanlık koltuğunda oturan bir siyasetçinin, bugün o koltuktan çok uzaklara düştüğüne dünya şahittir. Netice olarak siyaset dünyasının rüzgârları hem sert, hem de acımasızdır. Yeni Asya’nın da bu dünyaya bir bakışı vardır ve bu bakış kimilerince çoğu zaman tam anlaşılamaz ya da yanlış anlaşılır. Yeni Asya bu bakışta, ölçüsünü Risale-i Nur’daki prensiplerden alır. Risale-i Nur’da ortaya konulan prensipler gereği hadiselere uzun dönemli bakılmaya çalışır ve ona göre de bir yol takip eder. Bu temel meseleden habersiz olan bazılarının Yeni Asya’nın hadiseler karşısındaki tavrını anlamaları zor olabilir.
Bu noktada Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin hayatından bir hadiseyi aktarmakta fayda var. Hadise, “Tarihçe-i Hayatı”nda şöyle anlatılır: “(...) Otuz Bir Mart Hadisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hadisede ismi karışan on beş kadar hoca îdam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur. Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar: “Sen de şeriat istemişsin?..” Bediüzzaman cevap verir: “Şeriatın bir hakîkatine, bin rûhum olsa feda etmeye hazırım. Zîra, şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazîlettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!” (Tarihçe-i Hayat, Birinci Kısım: İlk Hayatı, s. 53)
İşte mesele burada düğümleniyor: Yeni Asya, Risale-i Nur’dan aldığı bu ölçü gereği bir şey talep ediyor ve bir şey yapıyorsa bunu ‘başkalarının tarifi’ üzerinden yapmaz. Dolayısıyla hiçbir kimse yaşanan hadiseler karşısında Yeni Asya’ya dönüp, “Niçin ‘bizim’ gibi düşünüp bizim gibi yapmıyorsunuz?” dememeli. Çünkü, hatırlatılan misalde olduğu gibi, ‘başkalarının isteyişi gibi’ istemez.
Dikkat çekici bir nokta daha var: Yeni Asya’yı tenkit edenler bu tenkitlerini acaba hangi kaynağa dayandırıyorlar? Hangi ölçüye göre bu eleştirilerini sıralıyorlar? Onların farklı düşünme hakkı var da bu hak Yeni Asya için yok mu? Sosyal medya vasıtaları üzerinden insafı bir yana bırakmış şekilde eleştirilerini sıralayanlar acaba çok mu ‘doğru’ hareket edenlerdir? Değil her yıl, neredeyse her hafta fikir ve kanaat değiştirenlerin sözlerine itibar edilir mi?
Düşünün ki ekser ‘mütedeyyin’ insanlar Avrupa’ya toptan itiraz ederken; Yeni Asya yine Risale-i Nur’dan aldığı ölçü ile “Avrupa ikidir” diye bakar. Yine çoğu ‘mütedeyyin’ insanın yanlış yorumladığı ‘hak, hukuk ve adalet’ meselesine de “Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz” penceresinden bakar. Unutulmasın ki “‘Ve men lem yahkum’ (Her kim hükmetmezse) bilmana ‘ve menlem yusaddık’tır (tasdik etmezse, kabul etmezse)” (Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, s. 124) tahlili de Risale-i Nur’da yer alan orijinal bir bakış açısıdır.
Netice olarak, haklı ve insaflı tenkid ve ikaz elbette olabilir ve olmalı. Fakat burada ölçü, tenkidin ne niyetle yapıldığıdır. Kimse kusura bakmasın, Yeni Asya hadiselere ‘Sizin tarifinizle” değil, inşallah Risale-i Nur’un tarifiyle bakar.