Türkiye’yi uçuracağı ilân edilen ‘yeni sistem’in tam aksi icraatlar ortaya koyduğu her halde inkâr edilemez. Esasında bu sistemin ‘yeni’ olup olmadığı da tartışılır. Bazı farklılıklar olsa da ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ 1950 öncesi ‘tek parti sistemi’ni hatıra getiriyor.
Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun yeni sistemle ilgili değerlendirmesi dikkat çekici. İdareciler bu değerlendirmeleri belki dikkate almayacaklar, ama dikkate almamak sistemi işler hale getirmez ki.
Prof. Dr. Kaboğlu’nun tesbitinin belki de en çarpıcı noktası şu: “Yeni sistemle parti başkanlığı yoluyla devlet yönetimi sonucu devlet partileştirildi ve parti devletleştirildi; her ikisi kişiselleştirildi. Anayasasızlaşma ve çifte anayasa çelişkisi ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur. Tarihine yabancılaştırılmış bir toplum, uluslar arası alanda yalnızlaştırılmış bir devlet içerisinde yaşamaktayız, gelinen nokta budur.”
Kaboğlu’nun şu tesbiti de dikkat çekici değil mi: “Üç yıl önce seçilerek geldiğimiz Meclisin bugünkü yasama bilânçosunu ortaya koyarsak, biz, 600 vekil, Mecliste 2.275 maddeden oluşan 183 öneriyi görüştük, bunların 108’i uluslar arası sözleşmeler. Saray ise tek başına 2.370 maddeyi gerekçesiz bir biçimde yürürlüğe koydu Cumhurbaşkanlığı kararnamesi yoluyla. Bizim yasalaştırdığımız yasaların çoğu torba nitelikte, Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin önemli bir kısmı da yine torba CBK nitelikte.”
Sistemi işletenler bakımından bu ‘iyi bir durum’ olarak görülebilir, ama esasta hem millete, hem devlete hem de bu sistemi savunanlara fayda vermez. Kişilere bağlı sistemlerin iyi olmadığı, önemli olanın ‘sistem’ olduğuna dünya tarihi şahit değil mi?
600 vekilin yaptığı ‘iş’den daha fazlasını ‘bir kişi’nin yapması nasıl haklı ve doğru olarak görülebilir ki? Milleti temsil eden ya da etmesi gereken 600 vekilin görüşlerinin dikkate alınmaması, hazırlanan kanunların ‘meşveret’le çıkmaması nasıl Türkiye’yi ileriye götürsün?
İşlerin yürürlükteki kanunlara ve anayasaya göre yürütülmemesi de ayrı bir mesele. Anayasa, kanun ve yönetmelikler ‘yanlış’ olabilir. O halde, önce ‘yanlış’ olan anayasa, kanun ve yönetmeliklerin ‘doğru’ hale getirilmesi ve işlerin kanunlara uygun olması icap eder. Nitekim, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında millet ‘zorla’ kabul ettirilen 1982 Anayasası’na büyük çoğunluk hep itiraz ediyor. İtiraz edilen anayasanın pek çok maddesi de değiştirildi. Ama bu durum işlerin ‘kanunlara uymadan’ yürütülmesine yol açmamalı.
Bu sıkıntıları aşmanın yolu; Türkiye’ye yakışan, gerçek anlamda âdil, sivil ve ‘iyi’ bir anayasa yapmakla mümkün. Yapılacak yeni bir anayasa, Türkiye’ye ayak bağı olan ‘1982 darbe anayasası’nı aratmamalı. Darbe anayasasını aratacak bir ‘sivil anayasa’ da Türkiye’ye fayda vermez.
Milletin taleplerini dikkate alan bir anayasa ve ona uygun ‘âdil kanunlar’la ve elbette ‘kanun hâkimiyeti’ ile sıkıntıları aşabiliriz. Başka yolları tercih etmek akıl kârı değil.