Ferruh, cemaatimizin içinde doğup büyümüştü.
10 yaşında iken tesbihatın tamamını ezberden okurdu. Çok fedakâr ve çok cefakâr biriydi. Hayat onu bir yerden bir yere savurmuştu. Çok zor günler geçirdi. O adeta acıların çocuğuydu. Ama hep haline şükreder ve hiç şikâyet etmezdi. Bir ara benimle çalışmıştı. “Ferruh yemek yedin mi?” diye sorduğumda “Yedim abi” derdi. Ne zaman diye sıkıştırdığımda “Abi dün yedim ya” derdi. Ben de ona çocuklar gibi her sabah ve akşam yemek yedin mi Ferruh diye sorardım.
Maaşını verdiğimde “Abi bu çok hem gerek yok ki” derdi. Üstadın dediği gibi ya hayat ona küsmüştü ya da o hayata.
Arkadaşı için, tanıdığı için, öl de ölürdü.
O, bu dünyaya garip geldi, garip gitti. Hepimiz öyle değil miyiz zaten?
Ölmeden bir gün önce Kadir Gecesinde iftara gelmişti vakfımıza.
Gelir gelmez sarılıp halimi hatırımı sormuştu. İftardan sonra tekrar gelip elimi sıktı. Giderken de tekrar yanıma geldi ve tekrar tokalaştık.
Bir gecede de üç kez sarılıp tokalaşınca kendisine “Aslanım benim, koçum benim” diye takılmıştım. İçimden de Allah Allah, bu Ferruh’un üçüncü tokalaşması oldu diye geçirmiştim.
Nereden bilebilirdim ki o üçüncü musafahanın onun en son vedalaşması olacağını.
Onun aniden aramızdan ayrılması beni derinden sarstı.
Biz ondan razıydık, biz onu seviyorduk, Allah da inşallah ondan razı olmuştur.
Mekanın cennet olsun Ferruh kardeş.