"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İnsanda en önemli hislerden olan ''Korku'' hissini nasıl değerlendirmeliyiz?

03 Kasım 2015, Salı 13:00
Büyük İslam Alimi Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur'da - Kur'ân'ın talimiyle ve nuruyla ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dersiyle- “şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi” ve “şu âlem-i kebirin bir misâl-i musağğarı” olan insanı, bütün mahiyetiyle, camiyetiyle ve cihetleriyle ve nereden gelip, nereye gideceğini ve bu dünyadaki vazifelerini en mükemmel bir şekilde anlatıyor ve tarif ediyor ve insandaki sayısız duygulara ve duyguların mahiyetlerine işaret ederek istikametli bir şekilde fıtrata uygun şekilde kullanılması noktalarına dikkat çekiyor.



Bu noktada Risale-i Nur'da muhtelif yerlerde konuyla ilgili olarak anlatılan bölümlerden çok önemli bir bölümü istifadenize sunuyoruz.

Büyük İslam Alimi Bediüzzaman Said Nursi, Kur'an-ı Hakimi'in hakikatli ve nurlu bir tefsiri olan Risale-i Nur'un Mektubat isimli eserinde, 29 Mektup'un Altıncı Risale olan Altıncı kısmında çok mühim noktalara temas etmektedir.

Kur'an-ı Hakim'in tilmizlerini ve hadimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazılmıştır ifadeleriyle başlayan bölüm, ''Zalimlere meyletmeyin, aksi halde Cehennem ateşi size de dokunur'' ayeti ve ''Şu altıncı kısım ins ve cin şeytanlarının altı desiselerini (hile, aldatma) inşaallah akim (neticesiz) bırakır ve hücum yollarının altısını reddeder.'' ifadeleriyle devam etmektedir.

Dikkat edilmesi gerekn desiseler 6 başlık altında izah edimektedir: 

BİRİNCİ DESİSE-İ ŞEYTANİYE: HUBB-U CAH (Makam, mevki sevgisi) 

İKİNCİ DESİSE-İ ŞEYTANİYE: HİSS-İ HAVF (Korku Damarı)

ÜÇÜNCÜ DESİSE-İ ŞEYTANİYE: TAMA (Hırsla İsteme)

DÖRDÜNCÜ DESİSE-İ ŞEYTANİYE: ASABİYET-İ MİLLİYE (Irkçılık Damarı)

BEŞİNCİ DESİSE-İ ŞEYTANİYE: ENANİYET (Kendini Beğenme)

ALTINCI DESİSE-İ ŞEYTANİYE: TEMBELLİK VE TENPERVERLİK

Bu desislerden İkinci Desise olan ve insanda en mühim ve esaslı his olarak tariflene hiss-i havf üzerinde Üstad Hazretleri önemli izahlar yapmaktadır ve bu his ile insanların çeşitli şekillerde yönlendirilebileceğini ve Nur Talebeleri'nin hizmetlerine korku damarı işletilerek engeller oluşturulabileceğine dikkat çekmektedir. Şöyle ki;



''İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler; onunla korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalâletin propagandacıları, avâmın ve bilhassaulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar, korkutuyorlar, evhamlarını tahrikediyorlar.

Meselâ, nasıl ki damda bir adamı tehlikeye atmak için, bir dessas adam, o evhamlının nazarında zararlı görünen birşeyi gösterip, vehmini tahrik edip, kova kova, tâ damın kenarına gelir, baş aşağı düşürür, boynu kırılır. Aynen onun gibi, çok ehemmiyetsiz evhamla çok ehemmiyetli şeyleri feda ettiriyorlar. Hattâ, bir sinek beni ısırmasın diyerek, yılanın ağzına girer.

Bir zaman—Allah rahmet etsin—mühim bir zat kayığa binmekten korkuyordu. Onunla beraber bir akşam vakti İstanbul'dan Köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyüb'e gitmeye mecburuz. Israr ettim.



Dedi: "Korkuyorum; belki batacağız."

Ona dedim: "Bu Haliç'te tahminen kaç kayık var?"

Dedi: "Belki bin var."

Dedim: "Senede kaç kayık gark olur?"

Dedi: "Bir iki tane. Bazı sene de hiç batmaz."

Dedim: "Sene kaç gündür?"

Dedi: "Üç yüz altmış gündür."

Dedim: "Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden birtek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan, insan değil, hayvan da olamaz."

Hem ona dedim: "Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?"

Dedi: "Ben ihtiyarım. Belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır."

Dedim: "Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var. Öyle ise, üç bin altı yüz günde hergün vefatın muhtemel. İşte, kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil, belki üç binden bir ihtimalle bugün ölümün muhtemeldir. Titre ve ağla, vasiyet et" dedim.

Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim:

"Cenâb-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hattâ beş altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârâne bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimalle havf etmek evhamdır, hayatı azâba çevirir."

İşte, ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhâdın dalkavukları sizi korkutmakla kudsî cihad-ı mânevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler, onlara deyiniz:

"Biz hizbü'l-Kur'ân'ız. اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ 1 ("Şüphesiz ki zikri (vahyi, Kur'ân'ı) Biz indirdik; onu koruyan da elbette Biziz." Hicr Sûresi, 15:9.) sırrıyla, Kur'ân'ın kalesindeyiz.

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 ("Allah bize yeter; O ne güzel vekildir." Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.) etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimalle şu kısa hayat-ı fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz, binler zarar verecek bir yola bizi ihtiyarımızla sevk edemezsiniz."

Ve deyiniz:

"Acaba hizmet-i Kur'âniyede arkadaşımız ve o hizmet-i kudsiyenin tedbirinde üstadımız ve ustabaşımız olan Said Nursî'nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş? Ve onun has talebelerinden kim belâ görmüş ki biz de göreceğiz ve o görmek ihtimaliyle telâş edeceğiz? Bu kardeşimizin binler uhrevî dostları ve kardeşleri var. Yirmi otuz senedir dünya hayat-ı içtimaiyesine tesirli bir surette karıştığı halde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardı. Şimdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden 31 Mart hadisesinde çendan onu da karıştırdılar, bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki, mesele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden belâ gördüler. Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binaen, bin değil, binler ihtimalden birtek ihtimal-i tehlike korkusuyla bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli" deyip, ehl-i dalâletin dalkavuklarının ağzına vurup tard etmelisiniz.

Hem o dalkavuklara deyiniz ki: "Yüz binler ihtimalden bir ihtimal değil, yüzden yüz ihtimalle bir helâket gelse, zerre kadar aklımız varsa, korkup, onu bırakıp kaçmayacağız."

Çünkü, mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki, büyük kardeşine veyahut üstadına tehlike zamanında ihanet edenlerin, gelen belâ en evvel onların başında patlar. Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiş ve alçak nazarıyla bakılmış. Hem cesedi ölmüş, hem ruhu zillet içinde mânen ölmüş. Onlara ceza verenler, kalblerinde bir merhamet hissetmezler. Çünkü derler: "Bunlar madem kendilerine sadık ve müşfik üstadlarına hain çıktılar; elbette çok alçaktırlar, merhamete değil tahkire lâyıktırlar."

Madem hakikat budur. Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat'î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşî zalimin ayağını öpse, o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur.

Hem o canavar, vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşcî eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse, kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!

Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul'u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: "Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar."

Ben dedim: "Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!" demiştim. Şimdi diyorum:

Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur'ânî bana kâfi geldiği halde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.

Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki, en ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir.

قُلْ اِنَّ الْمَوْتَ الَّذِى تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلاَقِيكُمْ 1 ("De ki: Kaçıp durduğunuz ölüm mutlaka gelip sizi bulacaktır." Cum'a Sûresi, 62:8.) mânâ-yı işarîsiyle gösteriyor ki, firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar.''

Haber Merkezi

Okunma Sayısı: 11905
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • kıtmir

    3.11.2015 11:42:00

    çok güzel bir yazı. ahh keşke herkes okuyup anlayabilse...

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı