Sen, kasabadan kaçarken, orada, zâlim büyücünün efsûniyle taşlaşmış gibi kala-kalan, yapayalnız ağaç!
Yuvamdan her ayrılışta, insanların hürmet, hasret ve biraz da korkuyla geçtikleri; sessizce kıpırdayan dudaklardan dökülen fâtihalarla sâkinlerine duâlar ettikleri mezârlıktan sonra, tek başıyla dikilip duran sen, bana hüzün verirsin...
Senin o terk edilmiş hâlin sevdiklerimden ayrılışımı, yalnızlığımı hâtırlatır. Bâzen, sana benzeyen bir ağaç görünce, bir sevdiğimi görmüş gibi heyecanlanırım. Sonra, bir sızı gelir, şurama; yüreğimin başına çöker.
Seni genç bir fidanken oraya diken ceddimi düşünürüm; kim bilir hangi nur yüzlü, sırf Allah için, gelip geçenler gölgende bir lâhza dinlensin; açsa, azığından bir-iki lokma yesin; uykusuzsa, azıcık kestirsin diye dikmiştir...
Sonra, kim bilir, yine hangi hayırsever, kuşlarla insanlar o tatlı meyvelerinden ni’metlensin diye, yine Allah için, aşılamış, budamış, bakmıştır...
Eskiden, nakil vâsıtalarının bu kadar sür’atli olmadığı devirlerde, mutlaka, bugünkü gibi yalnız değildin! Gelip geçenler yol kenarından akan incecik arktan abdest alıp gölgende namaz kılar; serinler, dinlenir; tanışır, konuşur, dertleşirdi...
Şimdi, yanından hızla geçen aceleci, vefâsız, maddî insanlara bakıp yalnız, yapayalnız; dalları birbirine girmiş, meyveleri yerlere serilmiş, vakûr fakat mahzûn hâlinle, şırıl şırıl akıp giden arkdaki suya, belki de gıbtayla seyrederek, hışır hışır derdini döküyorsun...
Memleketime dönüşümde, uzaktan, çok uzaktan siluetini gördüğüm zaman, bana, sevdiklerimin remzi, benzeri olarak kucak açan dalların, bu def’a da, kalbimin tatlı bir halecanla ürpermesine sebep olur.
Sana kavuşmanın dostlarıma, yaşayanlarıma, ölülerime, mâzîme kavuşmak olduğunu hissederken yüreğim kabarır, gözlerim dolukur...
EKREM KILIÇ