"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

BEDİÜZZAMAN VE ÜÇ ADAM

15 Aralık 2011, Perşembe
Cumhuriyet sonrasının üç önde gelen ismi, M. Kemal, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak'ın Bediüzzaman'a yaklaşımları nasıldı?
Bediüzzaman ve üç adam

Said Nursî ve üç adam
Bediüzzaman’la M. Kemal’in Ankara’da Birinci Meclisteki görüşmelerine dair kayıtlar, ilgili kaynaklarda mevcut. Ama sonrası pek bilinmiyor. Daha doğrusu, Bediüzzaman’ın eserlerinin değişik yerlerinde M. Kemal’le ilgili ifadeler yer almasına karşılık, Atatürk’ün Said Nursî’ye dair bir beyanı, bilinen kayıtlarda yok. Peki, bunun anlamı ve izahı ne?
Acaba M. Kemal, millî mücadeleye verdiği desteği görüp takdir ederek ısrarla ve defaatle İstanbul’dan Ankara’ya dâvet ettiği ve “Bize sizin gibi kahraman bir hoca lâzım” diyerek son derece cazip imkânlar vaadiyle, birlikte çalışma teklifinde bulunduğu, ama red cevabı aldığı Said Nursî ile, sonraki süreçte hiç ilgilenmedi mi?
İcraata baktığımızda şunları görüyoruz:
Bediüzzaman’ın Van’daki uzletgâhından alınarak önce Burdur’a, sonra Barla’ya sürülmesi; 1935’te talebeleriyle beraber Eskişehir hapishanesine konulup yargılanması ve tahliyenin ardından Kastamonu’ya gönderilmesi hep M. Kemal döneminde, o icranın başındayken olmuş.
Gerçi Can Dündar’ın “Mustafa” filminin tetiklediği tartışmalarda, hayatının son yedi yılını yalnız geçirdiğine dair iddialar da seslendirildi.
Ama Bediüzzaman’a yapılan yukarıda özetlediğimiz uygulamalar o hayattayken gerçekleşti.
Ve M. Kemal döneminde başlayan hapis, tecrit, sürgünler, İnönü zamanında da devam etti:
Kastamonu sürgününün kalan kısmı, Denizli hapsi ve mahkemesi, Emirdağ sürgünü, Afyon hapsi ve mahkemesi, onun devrindeki icraatlar.
İsmet Paşanın bu noktada M. Kemal’den farkı, aynı çizgi ve paraleldeki uygulamalarından ayrı olarak, Bediüzzaman’ı çok yakından takip ettiğini, sarih beyanlarıyla da açıkça göstermesi.
Bilhassa 14 Mayıs 1950 seçimleriyle iktidardan düşüp muhalefete geçtikten sonra Menderes’i de yıpratmak için Said Nursî ile uğraşmayı kendisine iş edinen İnönü, Bediüzzaman’ın bilhassa hayatının son aylarında çıktığı yurt gezilerini diline dolayarak Türkiye’nin en önemli gündem maddelerinden biri haline getirmişti.
Said Nursî’nin vefatından iki ay sonra gerçekleşen 27 Mayıs ihtilâlinin ardından başbakan olduğunda MİT’in masasına koyduğu solcular dosyasını geri çevirerek “Bana Nurcuların dosyasını getirin, sizin en önemli işiniz Nurcuları takip etmek” diyen kişi de yine İsmet İnönü idi.
Aynı İnönü, 1965 seçimleri öncesinde Demirel’e karşı “Said Nursî’nin halifesi mi olacak?” kampanyası başlatmaktan da geri durmamıştı.
Yani, Said Nursî’yi etkisiz hale getirmek için aynı icraatları yapmalarına karşılık, M. Kemal Bediüzzaman hakkında konuşmamayı ve ketumiyeti tercih etmişken, ondan bu noktada ayrılan İnönü her fırsatta Bediüzzaman’ı, hizmetini ve talebelerini hedef alan konuşmalar yapmıştı.
M. Kemal-İnönü ikilisinin payandası olarak tarihe geçen Mareşal Fevzi Çakmak’ın Bediüzzaman’la ilgili tavrı ise, ona yapılan sürgün, tecrit, hapis uygulamalarına engel olmamak veya olamamakla beraber, ilk sürgün yeri olan Burdur’la ilgili bir kayıtta ifade edildiği üzere, yerel yöneticilere “Said Nursî’ye ilişmeyin” tavsiyesinde bulunmak ve ömrünün son deminde de kendisini affettirmek istercesine, Ankara’da Nur hizmetleri için tahsis edilmek istenen bir mekâna para yardımı yapmak şeklinde tezahür etti.
Ama hem Üstadın istiğna düsturu, hem de o mekânın vücuda getirilme serencamında Nur hizmetinin temel parametreleriyle örtüşmeyen unsurların mevcudiyeti, o projeyi akim bıraktı.
Rejimin üç önemli isminin Said Nursî ile ilgisi böyle.

Gençlik nereye?
Bir ankete göre, gençlerimizin yüzde 85’i gelecekten umutsuz. Mezun olan her dört gençten üçü ülke dışına gitmek istiyor. Resmî bayram ritüellerini bu defa da son derece ciddî tavırlar içinde yerine getiren ortalama 60-70 yaş kuşağına mensup “devlet” adamı ve bürokratların mesaj ve nutuklarında bir kez daha tekrarladıkları beylik söylemler, gençliğe aradığı heyecan, şevk ve vizyonu vermekten çok uzak.
Dahası, Anadolu’nun önünü tıkamaya devam eden Ankara bürokrasisinin herşeye rağmen ayakta tutmak için çabalamaya devam ettiği sistem, gençlerin ufkunu karartmayı da sürdürüyor.
Ve gençliğin manevî ihtiyaçlarına cevap veremediği gibi, maddî ve ekonomik alandaki beklentilerini de karşılayamıyor. Gençlerin çok sınırlı bir kesimi üniversite eğitimi seviyesine çıkabilirken, onların da büyük bölümü okulunu bitirdikten sonra iş bulamıyor. Böylece, henüz hayatının baharında iken ufku kararmış, şevki kırılmış, ümitleri kaybolmuş kuşaklar ortaya çıkıyor.
Gençlerin en az yüzde 70’inin, fırsat ve imkân bulduğu an ülkesini terk etmeye can atıyor olması, alarm zillerini çaldıracak çok vahim bir sinyal.
Ne oldu da, ülkenin gelecek ümidi olan gençlik böylesine yılgın, bezgin, bıkkın bir halet-i ruhiyeye kapılıp hayat yarışında bu kadar erken pes ederek zorluklar karşısında teslim bayrağı çekti?
Türkiye’nin en önemli gündem maddesi ve âcilen çare bulunması gereken en hayatî sorunu bu.
Kimileri bu durumdan 1938 sonrası, özellikle de 1950’den sonraki yönetimleri sorumlu tutarak, “1938’e kadar fişek gibi ilerliyorduk, ama ondan sonra durum tersine döndü ve adım adım bugünlere geldik” diyorlar. Ama bu görüşü savunanlar, demokratik sürecin işlemesine hiçbir zaman imkân vermedikleri ve tek parti zihniyetine dayalı işleyişin değişmesine asla müsaade etmedikleri gerçeğini kasıtlı olarak örtbas etmeye çalışıyorlar.
Ve “açıkgözlük” yaparak, tamamıyla kendi eserleri olan olumsuzlukları demokrasiye, halka ve halkın seçtiği siyasîlere fatura ederken, kendilerini “sütten çıkmış ak kaşık” gibi göstermeye çalışıyorlar. Dayatmalarını da hız kesmeden sürdürüyorlar.
Oysa toplumun bünyesi, kendisine zorla giydirilmek istenen zırhı reddediyor. Ama jakoben statükocu zihniyet “İllâ benim dediğim olacak” inadıyla toplumu zorlamaya, özgürlük alanlarını kısıtlamaya, reform çabalarını engellemeye ve böylece ülkenin önünü tıkamaya devam ediyor.
İşin aslına bakılırsa, bu zihniyetin yetiştirdiği nesil de ortada: Üniversitelerde taşlı, sopalı, bıçaklı, satırlı kavgalarla birbirine giren Perinçek Atatürkçüleriyle Yekta Güngör Özden Atatürkçüleri...
Bu kavgacı ve şamatacı güruhun dışında kalan çok büyük bir gençlik kesimi ise alabildiğine karamsar, bezgin, bıkkın, yılgın, küskün ve çaresiz.
Mâlûm zihniyet eseriyle övünebilir!
Bu kasvet dolu manzara karşısında tek bir ümit ışığı var. O da manevî dinamiklerimizden beslenip güç alarak kendisini bu öğütücü çarka kapılmaktan koruyan inançlı, şuurlu, herşeye rağmen ümitvar, özgürlükçü, müsbet zemindeki mücadele azmini canlı tutan dinamik bir gençliğin mevcudiyeti. İstikbalin anahtarı bu gençliğin elinde.

İflâs eden modeller
1789’daki Fransız ihtilâliyle temelleri atılan ve zaman içinde numaralandırılmış cumhuriyet aşamalarıyla defalarca revize edildiği halde jakoben ruh ve niteliğinden kurtarılamayan model, Fransa’da sık sık patlak veren iç kargaşa ve ayaklanmalarla sürekli sarsılıyor ve sürekli diken üstünde.
Öyle olması da normal.
Çünkü iknaya değil, dayatmaya dayalı bir modelin, biriken öfke dolu tepkilere sebebiyet vermesi kaçınılmaz.
Fıtraten hür olmak için yaratılan insan ruhunun, hangi sebep ve gerekçeyle olursa olsun baskı ve dayatmalara uzun süre dayanıp tahammül etmesi mümkün değil.
Onun içindir ki, baskılar bir yerden sonra mutlaka ters tepiyor. Baskılarla sağlanmış bir “düzen” ve “istikrar” da asla kalıcı olamıyor.
Göçmenlere yönelik dışlayıcı ve adaletsiz politikalarına başörtüsü yasağını ekleyerek dayatmacılığını katmerleyen Fransa, şimdi ektiğini biçiyor. Yaptığı baskıların karşılığını, önüne geçemediği ayaklanmalarla görüyor.
Fransa’da olanlardan, özellikle Türkiye’nin alması gereken son derece ibretli dersler var.
Çünkü Türkiye’de devlet modeli, Avrupaî hayat tarzını Fransız devriminde olduğu gibi bir “coup,” yani darbe yöntemiyle buraya taşımayı cumhuriyetten seneler önce kafasına koyan M. Kemal’in, eline fırsat geçer geçmez bu düşüncesini, yine Fransız sistemini örnek alarak tatbikata koyması sonucu oluşturuldu.
Demirel’in tabiriyle “koyu ve şoven Türkçülüğe” varan boyutta bir milliyetçilik ve bir dönem dinle ilgili herşeyi devlet ve toplum hayatından silmeyi hedefleyecek tarzda uygulanan baskıcı bir laiklik üzerine bina edilen bu model, tabiatıyla toplumda benimsenmedi.
Tersine, yine Demirel’in söylediği gibi, Kurtuluş Savaşında işgalcilere karşı aktif mukavemet gösteren halk, savaştan sonra da kendi devletinin uygulamalarına karşı pasif mukavemetle tepki gösterdi. Ve ikisini de kazandı.
Sonuçta, bugün Türkiye’de uygulanan sistemin, başlangıçta M. Kemal tarafından öngörülen modele tam olarak uyduğu söylenemez.
Eğer Atatürk’ün 1920’li ve 30’lu yıllarda ihdas ettiği sistem hâlâ devam ediyor olsaydı, meselâ minarelerde hâlâ Türkçe ezanın okunması, cami sayısının 80 binleri aşmak şöyle dursun, o zaman var olan camilerin sayısının daha da azalması, dinî yayınlara kesinlikle müsaade edilmemesi, din eğitimi veren kurumların kesinlikle olmaması gerekirdi.
Türkiye’yi 1930’lu yıllara tekrar döndürme hedefiyle yola koyulan 28 Şubat projesinde, bu gelişmelerin bir kısmı tırpanlandı, ama onca çabaya rağmen çoğuna dokunulamadı.
Aynı şekilde, Kürtleri de bir “Türk boyu” sayan ve Güneydoğuyu “Ne mutlu Türküm diyene” sloganlarıyla donatan milliyetçi görüş, bu yaklaşımını oradaki insanlara zorla ve dayatmayla kabul ettirmeyi amaçlayan baskıcı politikaları aynı katılıkta sürdürebilmiş olsaydı, Güneydoğu sorunu bugünkünden çok daha ileri boyutlarda başımızı ağrıtırdı.
Bu bakımdan, Türkiye çok partili demokrasiye geçtikten sonra Kemalist modelin aşırılıklarını törpüleyebildiği ölçüde insanlarını rahatlattı, birlik ve bütünlüğünü sağlayabildi.
Aşamadığı noktalarda ise sıkıntı sürüyor.
AB sürecinde önümüze konulan bilumum ayıplarımızın kaynağı, derin mahfillerde kök salmış ve işleyişi hâlâ etkilemeyi sürdüren Kemalist model ve zihniyetten başkası değil.
Bu itibarla, Kemalist modelin ilham kaynağı olan Fransız modelinin iflâsı, bizdeki yansımalarıyla da son derece önemli bir gelişme.

Değerler çatışması

Bediüzzaman’la ilgili kitap yazdığı için resmî “beşik uleması” tarafından aforoz edilen Prof. Dr. Şerif Mardin’in önemli tezlerinden biri:
“Devrimlerle kaldırılmak istenen değerler sisteminin yerine yenisi inşa edilemedi.”
Bunun müşahhas ve canlı örneğini “Medenî Kanun Mızraklı İlmihal’in yerini alamadı” sözüyle veriyor ünlü sosyoloji profesörü.
Bağımsız ve objektif düşünen diğer sosyologların da paylaştığı bu tesbitle ifade edilen gerçeği M. Kemal de fark etmiş ve devrimlerin çoğunu tamamladıktan sonra “Manevî bataryalarımız boş” sözüyle dile getirmişti.
M. Kemal bu boşluğu doldurmak için yine Türklük esasına dayalı tarih, kültür ve dil tezleri geliştirmeye yöneldi, ama bu arayışlar onun istediği sonuçları vermediği gibi, değerler kargaşasına yeni boyutlar kazandırdı.
Ve Türkiye, Bediüzzaman’ın meşrûtiyet döneminde ifade ettiği “Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürüyüşünü öğrenemedi” deyişini yansıtan bir bocalamaya sürüklendi.
Bu bocalamanın ve kimlik krizinin hayatın her alanında yol açtığı çok boyutlu ve girift kargaşa ve sorunları tepeden inme ve şabloncu yöntemlerle çözmek mümkün değildi.
Yapılması gereken, sorunları aklın ve ilmin ışığında soğukkanlı ve yapıcı yaklaşımlarla ele almak ve özgür ortamlarda tartışmaktı.
Ama bu yapılmadı. Herşey keskin bir “devrim” mantığı ile yapılmak ve bu çizgide yapılanlar aynı yaklaşımla sürdürülmek istendi.
“Eski yolu unut, yeni yolu tut” sloganıyla başlatılan bu süreçte, “eski”yi temsil ettiği düşünülen bütün inanç, değer ve kurumların tahribine ve yıkılmasına çalışıldı. Bunların başında da din geliyordu. Bu sebeple, dinin toplum hayatındaki gücünü ve tesirini kırmak için her yola başvuruldu. Din eğitimini engellemekten dinî yayınları yasaklamaya kadar.
Ama toplum buna direndi. İsyan ederek değil, içe kapanarak ortaya konulan bu pasif direniş, devrimbazları çileden çıkardı. Ve yıllar sonra bunlardan biri öfkesini, direnişin kalesi olarak gördüğü aileye yönelterek, “Aile bir zehirdir, inkılâba muhalefet ruhu aileden geliyor” diyecek kadar işi ileri götürdü.
Bu mücadele hâlâ bütün şiddetiyle devam ediyor. Son dönemde medyanın korkunç boyutlar kazanan etkileme ve tahrip gücü, direnişi en muhkem kalelerinde bile sarsıyor.
Devletin çoğunlukla—ve özellikle 28 Şubat sonrasında—devrimlere dayalı dayatmacı çizgide saf tuttuğu bu mücadelenin en büyük bedelini ise, sürüklendikleri değerler karmaşasında debelenip duran nesiller ödüyor.
Birbiriyle çelişen ve çatışan telkinler arasında sıkışıp kalan gençlerin ruh sağlığı, muhakeme dengesi, davranış tutarlılığı bozuluyor.
Hoşgörüden uzak, baskıcı ve dayatmacı bir ortamda insanların kendilerini ve sorunlarını özgürce ifade etmelerine de imkân verilmeyince, radikal ve aşırı tepkiler için son derece elverişli bir zemin ve atmosfer oluşuyor.
İster din eksenli, ister etnik kaynaklı, isterse laiklik odaklı olsun; bilumum provokasyonların münbit zemini işte bu kargaşa ortamı.
Tek çıkış yolu ise, dayatmacı zihniyetin mutlak surette tesirsiz kılınmasından ve manevî tahribatın iman temeline dayalı hizmetlerle tamirinden geçiyor.

 
YARIN:   KEMALİZMİN ÖNÜNDEKİ TEK ENGEL RİSÂLE-İ NUR
 
 
Kâzım Güleçyüz
Okunma Sayısı: 8017
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı