"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Siyasî Bir Kavganın Hatırlattıkları: Hukuka bağlılık, aynı zamanda dinî bir vecibedir

07 Ocak 2014, Salı
“Resmî ideolojinin” ağır tahakkümünün ve zulmünün önde gelen mağdurlarından olan mütedeyyin kesimlerin; “hukukun üstünlüğü,” “yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı,” “suç ve cezanın şahsîliği” vb. temel değerlere herkesten daha fazla îtina göstermeleri beklenir. BunlarA riayet edilmesi ve tarafgirane mülÂhazalarla ihlal edilmemeleri, aynı zamanda dinî bir vecibedir.

Hukukun üstünlüğü
“Rejim aleyhinde” bulunmak ithamıyla yirmi sekiz sene emsâlsiz ihânetlere, tarassutlara ve hapislere mâruz kaldığını söyleyen Bediüzzaman; muhâlif olmanın bir suç teşkil etmediğini belirterek, “âsâyişe, emniyete ilişmemek şartıyla” hiç kimsenin sahip olduğu fikir sebebiyle mes’ul tutulamayacağını belirtmiştir. Hz. Ömer’in kendi hilâfeti zamanında sıradan bir Hıristiyanla mahkemede muhàkeme edilmesini delil göstererek, “Mahkeme hiçbir cereyana âlet olamaz, hiçbir tarafgirlik içine giremez” ifâdeleriyle  “yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı”na işaret etmiştir (14).  
Aynı şekilde, Hz. Ali’nin de yine kendi hilâfeti zamanında bir Yahudi ile beraber muhàkeme edilmesini, mahkemelerin “herkesin hukukunu bilâtefrik muhafaza” etmekle vazifedâr olduğuna delil göstermiş ve bunu da adâletin bir şartı olarak görmüştür. Bediüzzaman’a göre bu hakikati dikkate almak durumunda olan hakim ve savcılar “hissiyât ve tarafgirlikle” hareket etmemelidirler (15).
O; “Milletin ve vatanın selâmeti için şahısların hukuku nazara alınmaz” şeklindeki düşünce tarzını, “vahşî ve zâlimâne bir engizisyon kanunu” olarak görmüştür. “Devletin siyâsetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz” tarzındaki bir anlayışı da, “Vahşet ve bedevîliğin dehşetli bir kanun-u esâsîsi” olarak görmüş ve aynı şekilde reddetmiştir (16).
Hukuk sahasında ileri seviyedeki mütalâa ve tahlilleri hukukçulara bırakarak, Bediüzzaman’ın tespitlerinden istihraç ettiğimiz şu kanaatımızı söyleyebiliriz: “Resmî ideolojinin” ağır tahakkümünün ve zulmünün önde gelen mağdurlarından olan mütedeyyin kesimlerin; “hukukun üstünlüğü”, “yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı”, “suç ve cezanın şahsiliği” vb. temel değerlere herkesten daha fazla îtina göstermeleri beklenir. “Evrensel hukuk ilkeleri”nin önemli bir kısmı, aynı zamanda İslâmın bir gereği olarak manevî mesuliyet de getirmektedir. Dolayısıyla, özellikle mütedeyyin kesimlerin bunlara riâyet etmeleri ve tarafgirâne mülâhazalarla ihlâl etmemeleri aynı zamanda birer dinî vecîbedir.

Hâricî güçler
İktidar çevrelerinin son dönemlerdeki hitaplarında temel unsur haline getirdiği “hâricî güçler” meselesi, elbette yabana atılmaması îcab eden önemli bir husustur. 31 Mart, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat hâdiselerine yabancı parmağının karıştığı artık bugün tamamen tavazzuh etmiş bir hakikattir. Ancak bu yabancı parmakların müdahalesini zamanında tesbit edip mâni olma ya da asgarîye indirme vazife ve mesuliyeti, bütün emniyet ve istihbarat imkânlarını elinde tutan iktidara âittir.
Osmanlıdan günümüze yaşanmış bütün kargaşa ve ihtilâllerin içerisine hâricî bir parmağın karışmış olması nasıl bir hakikat ise, “hâricî güç” söyleminin iktidarlar tarafından muhalefeti tasfiye etmenin en müessir bir aleti olarak kullanıldığı da ayrı bir hakikattir. Mevcut iktidarın benzeri istikamete meylettiğinin emâreleri görülüyor. Son günlerde Başbakan’ın  “kurtuluş savaşı”ndan bahsetmesi, taraftar kitleleri için heyecan verici olsa da demokrasimiz açısından pek hayra alâmet değil. Kurtuluş Savaşı ve Kuva-i Milliye havaları merhum Erbakan’ı hatırlatıyor, hatta daha ziyâde “ulusalcı cephenin” iddialarını andırıyor. Umarız, çözüm bu tarz seferberlik havalarını besleyerek değil, bir an önce, daha fazla demokrasi, daha fazla hukuk ve daha fazla şeffaflık tesis etme yolunda aranır.
1952 yılının ortalarında ekseriyeti CHP’yi destekleyen gazeteler tarafından bir “İrtica” kampanyası başlatılır. Bu kampanya o kadar güçlüdür ki, iktidardaki DP’ye destek veren az sayıdaki gazete dahi tesirinde kalarak buna iştirak eder. Bu arada, DP milletvekili H. Fehmi Ustaoğlu’nun basında çıkan bir makalesi “inkılâp karşıtı” bulunarak DP içindeki muhafazakâr isimler hedef alınır ve kampanya daha da şiddetlendirilir. O hengâmede Ahmet Emin Yalman suikastı yaşanır. Ustaoğlu partiden ihraç edilir, Büyük Doğu dergisi kapatılır, Necip Fazıl ve Eşref Edip tevkif edilir. Hâdiseler kontrolden çıkmaya başlamıştır. O günlerde Bediüzzaman, Menderes’e hitâben bir mektub kaleme alır (17).
Mektubunda, aynı tarihlerde İran ve Mısır’da yaşanmakta olan siyasî krizlere de temas eden Bediüzzaman, İslâmın temel esaslarından üçünü Menderes’in nazarına arz ederek tavsiye ve ikazlarda bulunmaktadır:
Birinci olarak; “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” meâlindeki -Kur’ân-ı Kerimin muhtelif sûrelerinde tekrar edilen- âyet-i kerimeyi hatırlatan Bediüzzaman o günlerde yaşananları şöyle tarif etmektedir: “ Şimdiki siyâset-i hâzırada particilik taraftarlığı ile bir câninin yüzünden pekçok mâsumların zararına rıza gösteriliyor… Gayet dehşetli bir kin ve adâveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor.” Bu tehlikeye karşı yegâne çare; “Mâsumları himâye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmaktır.” Yâni, “suç ve cezaların şahsîliği” düsturunun muhafazası.
İkinci olarak; “ Bir milletin efendisi, o millete hizmetkâr olan kişidir” hadîs-i şerifini hatırlatır. Buna göre, “ Memuriyet bir hizmetkârlıktır, bir hâkimiyet ve benlik ve tahakküm âleti değildir.” Bu kaideye muhalefet ederek, memuriyetin tahakküm vasıtası yapılması, “Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibidir.”
Bediüzzaman’a göre, siyâsi iktidarların bu iki temel düstura muhâlif hareket etmeleri, İslâmiyet ve vatan zararına olan cereyânların bu hâli istismar ederek halkı aldatmalarına ve hatta “ecnebi müdahalesine” yol açacak vaziyetlerin zuhuruna sebep olacaktır.
Üçüncü olarak da bir başka hadîs-i şerifi arz eder: “ Mü’min, mü’min için sağlam bir binanın birbirine destek veren unsurları gibidir.”  Bu kudsî mânâ; gaddar siyâsetin meleğe lânet ettirecek, şeytana da rahmet okutturacak tarafgirliğine kapılarak ihlâl edilmemelidir.
Yine Başvekile ve dindar mebuslara hitâben yazılan başka bir mektupta; “birbirine karşı gelen muannid ve muârız kuvvetlerin”  birbirini zayıf düşürdükleri ve bu suretle,  “millete ve memlekete ve vatana âdilâne hizmete muvaffak olunamadığı” ifade edilmekte ve “can alıcı”  bir hususa dikkat çekilmektedir: Muâraza ile birbirini zayıf düşüren kuvvetler, “menfi cereyânları kendilerine taraftar yapmak için maddî ve manevî bir nevi rüşvet vermeye mecbur olurlar.” (18) Son günlerde cemaatın CHP’ye yaklaşımındaki ve iktidarın da Ergenekon davalarına bakışındaki dikkat çekici tavır değişiklikleri bu tespiti hatırlatıyor. İnatlaşarak birbirinden uzaklaşan ve farklı istikametlere yelken açan iktidar ve cemaat, aslında, resmî ideoloji ve vesayet sistemini yeniden tamir ve takviye edecek müşterek bir menzile doğru “lâ-yeş’ur bir tarzda” yol alıyorlar.

Paralel devlet ve hükûmet içinde hükûmet
Bediüzzaman; 31 Mart hâdisesinin henüz yaşanmakta olduğu günlerde, Mîzan ve Volkan gazetelerinde üç gün arayla neşredilen “Cemiyetlere İhtar-ı Mühim” başlıklı kısa makalesinde; “Hükûmet içinde hükûmetin zararı görüldü” tespitini yapmıştır. Böyle bir teşebbüsün, garazkâr şahısların idarede tahakküm kurmalarına müsait bir zemin hazırladığına dikkat çekmektedir(19). İktidar gücünün milletin hàkimiyetini temsil eden Meclis eliyle kullanılması gerektiği düşüncesinde olan Bediüzzaman, bu hakikate 1923 yılında Birinci Meclise hitâben neşrettiği beyannâmesinde de yer vermiştir: “Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikıyla olmayan bir kuvvet inşikàk-ı âsâya (iktidar bölünmesine) sebebiyet verecektir.”(20)  Dolayısıyla günümüz tartışmalarında “paralel devlet” olarak isimlendirilen yapılanmaların tasvip edilmesi mümkün değildir.
Ancak tam bu noktada nazardan kaçırılmaması gereken, günümüzdeki tartışmalarda kastedilen ve umumiyetle ilk hatıra gelen mânâdan biraz daha farklı bir “hükûmet içinde hükûmet” şekli daha bulunmaktadır. Bediüzzaman Divan-ı Harbdeki müdafaasında; “İttihat ve Terakki ismini lekedâr eden buradaki şube-i müstebidâneye muhalefet ettim” diyerek buna işaret ediyordu. O tarihlerde İTC hâlâ, “merkez-i umumîsi” Selânik’te bulunan ve İstanbul’da teşkil ettikleri “Heyet-i Mahsusa” ile hükûmete istikamet vermeye çalışan gizli bir teşkilat yapısındaydı. Henüz açık ve resmî bir siyasî parti halini almamıştı.
O günlerde herkes kabul etmekteydi ki; II. Meşrutiyet’in ilân edilmesinde en müessir unsur İttihat ve Terakki Cemiyetiydi. Anayasanın tekrar mer’iyete konulmasını ve seçimlere gidilerek Meclis-i Mebusanın yeniden açılmasını talep eden bütün kesimler, İTC’ni desteklemişti. Cemiyet, en mutaassıbından en liberaline kadar istibdattan muzdarip bütün kesimlerin teveccüh ve takdirini kazanmış ve “cemiyet-i mukaddese” olarak anılır olmuştu. Ne var ki bu umumî teveccüh, kısa sürede dar bir kadronun tahakkümüne tahvil edildi. Meclis ve hükûmet adeta vitrin süsüne dönüştürüldü. İttihatçıların çekirdek lider kadrosu, idareye ve siyasete hükmetmeye başladı. Bediüzzaman’ın tarifleriyle; “inkılâbı vücuda getiren zevât kendisine imtiyaz takarak başkalarına haşerat nazarıyla bakmaya”  başlamıştı (21). Yâni “paralel devlet” bir nevî iktidarın içinden çıkmıştı.
Her iki şekli de aynı kapıya çıkan “paralel devlet”, günümüzdeki cereyan eden hâliyle esas olarak; demokrasi, hukukun üstünlüğü, vesâyetin ve tahakkümün kaldırılması gibi ekseriyetin müşterek taleblerini karşılayarak elde edilen iktidar imkânlarının, herhangi bir azınlığın kullanımına ve inisiyatifine tahsis edilmesi anlamına gelmektedir. Derin devlet geriletilirken onun yerine -kimin inisiyatifinde olursa olsun- paralel devletin ikâme edilmesi milletin ve memleketin hayrına bir gelişme değildir.

Zann-ı fâsid
Divân-ı Harb-i Örfî’de; “Ben her şeyi İslâmiyet nokta-i nazarından muhàkeme ediyorum” diyen Bediüzzaman, müdafaasında Avrupa’nın bizim hakkımızdaki yanlış bir zannından bahseder. Nihâyet derecede kalbini dağladığını söylediği Avrupa’nın İslâm hakkındaki bu zannını şöyle tarif eder: “ Avrupa bizdeki cehâlet ve taassup müsaadesiyle İslâmı istibdada müsait zannetmektedir.” (22)
Bediüzzaman “zann-ı fâsid” ve “zann-ı bâtıl” olarak tavsif ettiği bu hususa daha önce muhtelif gazetelerde neşrettiği makalelerde de temas etmiştir. Ona göre bizdeki cehâlet; vahşeti ve keşmekeşi/kargaşayı netice vermekte ve dolayısıyla “garbın şemâtetini” ve “merhametsizliğini” davet etmektedir. Müslümanlar o bâtıl zannı tasdik edecek davranışlardan uzak durmalıdırlar. Halbuki İslâmiyet; gerçek hürriyete, adalete ve hukukun üstünlüğüne bütün levâzımatıyla/gerekleriyle câmidir (23). 
Merhum Edward Said’in “Oryantalizm” isimli klâsik hâle gelmiş eseri, bu bâtıl zannın, profesyonelce işlenerek nasıl emperyalizmin müessir bir âleti haline getirildiğini izah etmektedir. Bu oryantalist bakış açısına göre; tarihin hiçbir döneminde hürriyet ve demokrasi ile tanışmamış olan İslâm toplumları, kendi başlarına ancak istibdat ve tahakkümün hakim olduğu sistemleri kurabilirler. Dinî inançlarının da müsaadesiyle; adaletsizlik, miskinlik ve vahşet içinde olan bu toplumlar kendileri için neyin hayırlı olduğunu bilecek bilgi ve tecrübeden dahi mahrumdurlar. Dolayısıyla, Batılı devletlerin idaresi altına girmeleri sadece Batının değil, farkında olmasalar da, kendilerinin de menfaatinedir. Müslüman ülkelere ve toplumlara hukuk, demokrasi ve hürriyet götürmek, Batının istese de kaçamayacağı bir misyondur.
Bugüne kadar pek fazla temas edilmeyen bu “bâtıl zan” meselesi, kavganın belki de en önemli cihetini teşkil etmektedir. Taraflar kendi vaziyetlerini tahkim edip mukabilini zayıf düşürmek üzere her gün yeni iddia ve stratejiler geliştirirken, teslimiyet içerisindeki taraftarları da âdeta cepheye cephane yetiştirircesine destek olma telâşesinde iken, bu “zann-ı fâsid” beslenmekte ve esasında hep beraber İslâm’ın sermayesi tüketilmektedir. Uzun yıllar içerisinde ağır bedeller ödenerek elde edilen demokratik ve İslâmi kazanımlar tehlikeye atılmakta, İslâmiyet ile demokrasiyi “ibka” ve demokrasi ile İslâmiyeti “İ’lâ” imkânları zâyi edilmektedir (24). 
“Medeniyetler çatışması” ve “tarihin sonu” tezlerinin üretildiği ve İslâm âleminin derin bir kaos içerisinde olduğu bir dönemde, İslâm’ın demokrasi, medeniyet, dünya barışı ve Batı ile münasebetler gibi temel meselelerdeki yaklaşımlarını en doğru bir tarzda ortaya koyma imkan ve tecrübesine sahip bir ülkenin, bütün imkan ve enerjisini zâyi eden bir dâhilî kavganın içine sürüklenmesi, her türlü siyâsî tarafgirlik ve meslek-meşrep taassubunun ötesinde bir durumdur.

DİPNOTLAR:
14. II. Emirdağ Lâhikası
15. Şuâlar, 14. Şua
16. Başvekile ve Dindar Mebuslara verilmek üzere kaleme alınmış bir mektub, II. Emirdağ Lâhikası
17. II. Emirdağ Lâhikası
18. a.g.e.
19. Eski Said Dönemi Eserleri, sh. 103
20. Mesnevî-i Nuriye ve Tarihçe-i Hayat
21. Eski Said Dönemi Eserleri, sh. 136
22. a.g.e. 123
23. a.g.e., sh. 22, 30, 32, 35
24. a.g.e., sh.257
 
SON
 
HAZIRLAYAN: Orhan Dindar
Okunma Sayısı: 2923
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı