"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Adaleti tarihten sor! İbretle oku bak ne söyler!

27 Ocak 2014, Pazartesi
Sonuca tesir eder mi bilinmez, lâkin hepimizi geren bu süreçte, sığınacak bir liman; ibret, şeref ve fazilet yarışında numune-i imtisal arayışında olanlarla beraber; selâmet-i kalb ve dimağ saikası ile tarih denilen mazi sayfalarına yolculuk yapmak galiba iyi gelecek.
Gündem tartışmalarında taraflar arasında yekdiğerini susturmak ve kendi haklılığını ispatın sevk ve gayretiyle serdedilen  tarihî referanslar sınır tanımıyor. Muaviye, Yezid, Sıffin, Cemel, Hz. Aişe - Hz Ali, Kerbelâ hadiseleri işin içine katıldı, Uhud okçularının terki meselesi ve Hz. Peygamber’in üzüntüsü de hadiseyle bağlantılandı. En son eklenen Haşhaşiler meselesine ise hiç girmiyorum...
Ne var ki kıyas-ı maalfarık örneklendirmeler zaten böyle bir amaç güdülmediği için itidal-i demi muhafazadan fersah fersah uzak olduğu gibi, uhuvvet duygusunu zir ü zeber ederek mü’minde olması gereken ittihadü’l-kulûb  akidesine de zarar veriyor.... Kantarın topuzu iyice kaçtı, siyaset topuzu ise yanaşanı un ufak ediyor...
Söz söylesem faydası yok, sussam gönül razı değil misali, içimdeki bir ses “Günün Ashab-ı Kehf’i ol. Görme duyma konuşma... fitne uykusundan uyanan, uyanmakla kalmayıp acıkan hırslarını kardeşinin etinde söndüren yamyam dansının teşhir alanı olan gazetelerden, medyadan uzak dur...” diye söylenedursun, bir diğeri öncekinin sesini bastıran keskinlikle; “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” ikazını haykırıyor. Sonuca tesire fayda eder mi bilinmez, lâkin hepimizi geren bu süreçte; sığınacak bir liman; ibret, şeref ve fazilet yarışında numune-i imtisal arayışında olanlarla beraber; selâmet-i kalb ve dimağ saikası ile tarih denilen mazi sayfalarına yolculuk yapmak galiba iyi gelecek. İnsaniyetin şahikalarında gezinenlerin tarihe düştükleri kayıtlar; halin getirdiği ye’isten belki bir nebze kurtarır, akılları başa getirir, göz ibretle açılır, kulaklara vicdanın sesini dinletir!
İşte Asr-ı Saadet: Hakim; nefislerin mürebbii Resul-i Ekrem (asm). Dâvâ: Mahzumoğuları Kabilesinden asil ve şerefli bir kadının hırsızlık dâvâsı. Hüküm: Şer’i esasın gereği mücrimin eli kesilecek.
Ne var ki bu durum ashabta bir tereddüt meydana getiriyor. Böyle bir şerefsizliğin lekesiyle halk içinde dolaşmak, asırlardır itibarlı bir mevkide olan kabilenin utancı demek, itibar kaybı demek... Ne yapılsa da bu müşkül halden kurtulunsa. Kabile ileri gelenleri Resulün evladlığı; Zeyd bin Harise’nin oğlu Usame b. Zeyd’i ricacı ve aracı kılıyorlar... Düşünüyorlar ki Allah Resulü; sevdiği bu gencin bir dediğini iki etmez, hatırını kırmaz belki şefaat eder.... Fakat  kayırmacılık girişimlerinin önünü kesen bıçak gibi cevap gelmekte gecikmiyor: “Nasıl oluyor da bazı kimseler, Allah’ın kanunu karşısında aracı olmaya kalkışıyor?
Sizden öncekilerin mahvolmasının sebebi şudur: İçlerinden asil, ileri gelen birisi hırsızlık yapınca, onu serbest bırakıyor, zayıf ve fakir bir kimse hırsızlık yapınca, onu cezalandırıyorlardı. Allah’a yemin ederim ki böyle adi bir işi değil Fatıma-i Mahzumiyye;  Muhammed’in kızı Fatıma yapsaydı, onun da cezasını böyle verirdim.”
Bir başka sahife, dönem Hulefa-i Raşidinin dördüncüsü Hz. Ali dönemi. Halife, kaybolan zırhı için dâvâcı olduğu Yahudi ile beraber adalet timsali Kadı Şureyh’in huzurunda... Yahudi, zırhını çalmış bu kesin, lâkin delili yok, haşa yalana tenezzül edecek hali de yok. Fakat kadı görevini esaslar üzerine icra ediyor. Peki, diyor Zırhın senin olduğunu yeminle tasdik edecek şahitlerin var mı? “Var” diyor halife; oğlum Hasan ile azadlı kölem Kanber... Hayır diyor kadı; oğulun baba üzerinde şehadeti makbul değildir... “Makbul sayılmayan oğul”, Rasulullah’ın;  “Hasan’la Hüseyin ehl-i cennetin gençleridir” buyurduğu sevgili torunlarından... Ümmetin seyyid ve şerifleri  silsilesinin başı... Dünya siyasetinin gadrinden ciğersuz bir şekilde nasipdar, lâkin manevî güneşlerin asırlarboyu serkumandanı olan iki ismin birincisi... Bu şartları haiz olmak bile mahkemenin seyrini halifeden yana döndürmekte tesirsiz... Adalet terazisi Yahudi’den yana tartıyor... Ancak beklenmedik bir gelişme mahkemenin seyrini tersine işletmekte muktedir oluyor! Şahit olduğu hakkaniyetin verdiği iç hesaplaşmasının saikiyle; hem  yalancılığını ikrar hem de devlet başkanı -bu da ne kelime- asıl manevî makamların şerefyab reislerinin aleyhine hüküm veren böyle bir adaletin hak bir dinin tezahüründen başka birşey olmadığını idrak ile bir nefeste dilinden kelime-i tevhid lâfzı dökülüp Müslüman olan Yahudi’nin yaşadığı inkılâpla hak yerini buluyor..
Modern devlet anlayışlarında ve ileri demokrasi ile idare edilme iddiasında olanların asırlardır gelemediği seviye!  İslâmın ahlâken hayata; hayatın da şeriate riayetle huzura seri bir şekilde kalbolduğu devirler... Kaldı ki zırhın kendisine ait olduğunu söyleyen halifenin bunu çarşı içinde Yahudi’den alması bir an meselesi. Kadıya,  mahkemeye çıkmasına mahal olmadan yapacak güce ve taraftara sahip, bunu destekleyen bütün yetkileri haiz ve kaldı ki yalana tenezzül etmeyeceği herkes tarafından da aşikâr... Bunlara rağmen ne Yahudi’nin aleni biçimde  zemmedilmesine tenezzül, ne haysiyet ve şerefine leke sürülmesine rıza ve ne de iddiasının aksini ispat için zora meyil var..
İman kardeşlerine Rus Ruleti oyunu gibi her ağız açışta hakperestliği; hak ile yeksan eden ve karşılıklı birbirini tüketen çamur atmalarla kırılan gönüller, elinden dilinden emin olma halinden uzak düşüşlerin arasına giren asırlar mıdır, çok dillendirilse de gönüle inmeyen böylesi içtimaî prensiplere riayetsizlik sıtmasına tutulmuşluk mudur ki hal i perişanımız, bizi böyle güzellikleri örnek almaktan men ediyor! ....
Ya Gazneli Sultan Mahmud’un hassasiyetine ne demeli! Halk divanının toplandığı bir günde, teb’asından biri yana yakıla; bir askerin kendisini zorbalıkla evinden kovarak hanımı ile zina ettiğini beyanla, cezalandırılması için  müracaat eder. Sultan derhal olay yerine bir gece baskını düzenler, zifiri karanlıkta suçlunun cezası idam olarak infaz edilir... İş tamam olduktan sonra meş’aleler yakılır, ortalık aydınlanır. Hadiseden sonra hükümdar pek sevinçli bir halde ellerini semaya açıp uzun bir duâya koyulur, sonra da hazırlanan sofrada iştahla yemek yer... Şikâyetçi adam adaletin hızlı tecellisinden memnundur memnun olmasına da hükümdarın bu garip haline bir mana veremez ve tefsirini kendisinden rica eder. İbret kelimesinin az geldiği şu muazzam açıklamayı yapar Sultan: Böyle bir cürmün kendi çocuk veya yakınlarımdan olmasından korktum. Bu endişemden dolayı günlerce ağzıma lokma koymadım... Adalet terazisinde, nefsim kendi tarafına tartmasın diye suçluyu görmek istemedim. Görünce de yakınlarımdan biri ile imtihan olunmadığım için Allah’a hamdettim ve o sürur ile yeme-içmeye koyuldum! 
Asırlar değişse, idareciler ve hüküm sürdükleri beldeler farklılaşsa da Resulün terbiyesini hayat ve hizmetine rehber edenlerin icraatlarının benzer fazilet örneklerine bayraktarlık yaptığını görmemek imkânsız!
Çizgimizi koruyoruz diyenlerin, üstünü çizdikleri insanlara yaptıkları zulümlerin arasında, okuduklarımız sanki efsane gibi duruyor gibi, ne dersiniz?
Ve malûm hikâye... Bu kez sanık sandalyesinde asrın Fatihi; suçu da öyle böyle değil... Haksızca, mahkemesiz, hükümsüz Rum Mimar İpsilanti’nin elini kestirmiş. Gerekçesi; -mimarın Fatih Camii’ni yaptırırken malzemeden çalmak adına mı-  padişah emrine riayetsizlikten mi tam bilinmiyor caminin mermer sütunlarını padişahın istediği ölçüden kısa kesmiş olması... Mimar soluğu mahkemede alıyor... Bunu yaparken de hiçbir güç, engelleme, kumpas şu bu söylemi ve psikolojik baskısı görmüyor... Yargıya inancı tam... Böyle düşünmekte ne kadar haklı olduğu mahkemenin ilk seyrinden itibaren, kıl şaşmaz hassas adalet mekanizmasının işlemesiyle tarih önünde tecelli ediyor. Dâvâlı; Padişah, Hâkim: Sarı Hızır Çelebi, Dâvâcı Mimar İpsilanti Efendi. Mimar ayakta, padişah ise biraz da mağrur bir eda ile kendisi için ayrılan bölümde mindere ilişmiş oturuyor... Hakkı tutup kaldırmaktan  gayrı ibresi ve mahşerdeki şaşmaz teraziden başka korkusu olmayan Hızır Çelebi’nin buyurgan gür sesi, nefsinin kendisine oynadığı büyüklük oyununu un ufak etmeye yetiyor da artıyor padişahın... “Ayağa kalk! hasmınla mürafaa-i şeri olunacaksın!”
İşte bu kadardır, saltanat gömleği çıkmış, bu libasa takılan her türlü imtiyaz re’f edilmiştir kadı nezdinde... O şimdi sıradan bir mücrimdir....
Yapılan sorgulamada suçlu bulunur padişah... Kısasa kısas yapılacaktır. Eli bileğinden kesilecektir... Hazır olanlar müteessir olmakla beraber karara itiraz zaten muhal olduğundan suspus boyuneğik kalakalmışlardır. Ta ki adaletin büyüklüğünden hayretler içinde kalan mimarın “padişahın eli kesilmesi ile benim elim yerine gelmez dâvâmdan vazgeçtim” diyen sesi duyulana  kadar.... Karar padişahın mimar ve ailesini ömür boyu ihya edecek tazminatın ödenmesi ile tatlıya bağlanmıştır. Dahası da var; devrin yüceliğini bir bakıma; iltimasa hükümdarı rağmına prim vermeyen memurun dirayetinde şeriatin kestiği parmağa boyun eğen hükümdarın idaresinde -bu misalde olduğu gibi- aramak gerektir!
Tarihte var olan şerirlerden örnekler getirerek suçlular üretmenin; çatışmayı, gerginliği arttırmaktan başka ne getirisi olabilir? Halbuki adalet ve hakkaniyet mekanizmasını işleten ortak dâvâ ve ideal etrafında yek vücud olmayı kazandıran bir başka saik; özeleştiri kültürünü devreye koymak, başa gelen musîbette hangi fiilimizin  sebebiyet verdiği noktasına kilitlenmek, kaderin hissesini devre dışı bırakmamak olmalıdır.
Tıpkı Selâhaddin-i Eyyubî’nin dâvâ ve idealinde olduğu gibi. Tarihler birçok sebep sıralasa ve bu sebeplerin muhakkak ki gerçeklik payı bulunsa da; kader noktasından bakıldığında; İslâm âleminin mezhep, terör, şaşaa, debdebe, hilafet ve siyaset noktasından tam bir keşmekeş yaşadığı bir hale gelen tokattır Haçlı İstilâsı. Kudüs tam 88 yıldır onların elindedir. Akan kanın, vahşetin bini bir para, Müslümanların zelilliği içler acısıdır. Bu tabloya bakarken asıl düşmanı tanımakta gecikmez adil hükümdar: Haçlı şövalyelerini kastederek: “Müslümanlar hakikat dâvâsında dostlarına yardım etmekte ne kadar gevşeklik gösteriyorsa, bu insanlar da küfürde dostlarına o kadar şevkle yardım ediyorlar” sözü ile yaranın içeriden kanadığına vurgu yapar..
İşe önce ayrılık sebeplerini ortadan kaldırmakla başlar. İlim erbabına saygı ve riayet melekesini işlettirerek İslâmın izzetli zamanlarına ancak bir irşad seferberliği ile dönülebileceğine inanır. Tavaif-i mülûklar elinde kendini bitiren âlem-i İslâmı tek bir bayrak altında toplar. İslâmî şuur ve gaza idealini canlı tutar. Sonrası malûm; adını 1187 Hıttin Savaşı ile Kudüs’ü Haçlılardan alan kumandan olarak tarihe yazdırır. Aslında o Kudüs’ün ilk fatihi Hz. Ömer’in yol izini sürmüştür.
“Bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin (Maide Sûresi: 2) âyetinin rehberliği ve onca yapılan zulme karşı intikam hissinden tamamen azade bir halde Hz. Ömer emannamesi elinde, yerli ehl-i kitaba da rahat nefes aldıran ve gönüller fetheden icraatlarıyla girmiştir bu mukaddes beldeye... Savaş meydanında amansız rakibi olan komutan Aslan Yürekli Richard’a  hastalığında; kendi doktorunu gönderme ref’etini de ihmal etmeyerek...
İşte hatayı kendinden bilen; düşman tadat etmez, düşmanına bile muarefe etmekten içtinap etmez... içtimai barış ve huzur bu hakkaniyetle temin edilir..
Asırlar sonra 1. Dünya Savaşı’nın asıl hikmetini kendinden sual eden nuranî meclise Bediüzzaman’ın verdiği sırlı cevabın mahiyetinde olduğu gibi: “Musîbet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetvâ verdirdiniz ki, şu musîbetle hükmetti? Musîbet-i âmme ekseriyetin hatâsına terettüp eder. Hazırda mükâfatınız nedir?” şeklinde sorulan sorunun cevabında ne Alman taraftarlığının hatasına vurgu, ne İngiliz’in kurt siyaseti, ne Rusya’nın yayılmacı siyasetine sitem ne Fransız’ın sömürgeciliğinin vahşetine dokundurma ve ne de İttihatçıların ütopyasına gönderme vardır. Kader hükmünü başka şekilde icra ettirmiştir. Musîbet bunlar eliyle bir dünya savaşı olarak gelse, âlem-i İslâmı ağlatıp inletse de mücrim aramanın zamanı değildir artık! Sınanan İslâmın emr ü fermanına tabi oluştaki samimiyet, gelen musibet bunun tokadıdır. Cürümden hatadan rücu edip,  aslî hüviyetine dönmenin fırsatıdır ehl-i İslâm için. Fakat ne çetin bir imtihan.. 
Böyle bakınca dehşetli bir savaş bile gerçekte musîbet değil, asıl musîbet ahireti kaybedecek olan hal-i pürmelâlimizdir.
İşte sorunun enfes cevabı: “Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: Salât, savm, zekât.
“Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nev’i namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O da bizden müterakim zekâtı aldı.
“Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neş’et eden müşterek musîbet, mâzi günahını sildi.” diyecektir!
Halin günahlarını silmek; böylesi çetin imtihanlara maruz kalmadan müşterek  musîbet halini müşterek uhuvvet haline kalbetmek, adil ve barışçı bir üslûp edinmek acilen bu uyarıları hayata geçirmekten  geçer vesselâm!
 
 
Zeynep Çakır
zeynepcakir77@hot­ma­il.com
Okunma Sayısı: 4454
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı