Üstad Bediüzzaman’ın hayatının 1879-1918‘li yılları Van’da geçmiştir.
Van hayatı, İslâm Dârü’l-Fünun fikrinin temellerinin atıldığı yer olması bakımından önemlidir. Bu vesileyle Van Mevlidini organize eden kardeşlerimi tebrik ediyorum.
Bediüzzaman, Van’da bulunduğu zamanlarda, Vali Tahir Paşa ile bazı gazetelerden haberleri okurdu. Bilhassa, İslâmiyet’i alakadar eden hususlara dikkat ederdi. Van’daki ikameti esnasında, alem-i İslâm’ın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu.
Birgün, Tahir Paşa bir gazetede (1899) şu müthiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi: “İngiliz Meclis-i Mebusanında, Müstemlekât Nazırı (Sömürgeler Bakanı) elinde Kur’ân-ı Kerim’i göstererek söylediği bir nutukta, “Bu Kur’ân İslâmlar’ın elinde bulundukça, biz onlara hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız” diye hitabede bulunmuş.
İşte bu müthiş haber, onda tarifin fevkınde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlas cesaret ve şecaat gibi harika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman’ın, bu havadis üzerine, “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!”1 diyerek planlamaya başladığı fikriyatını iki esasta topladı:
1- Kur’ân’ın ebedi bir mucize olduğunu gösteren, mucizeliğini isbat etmek.
2- Camiü’l-Ezher gibi büyük bir İslâm Darü’l-Fünununu inşa ettirtmektir.
Aslında Üstad Bediüzzaman, Birinci Dünya Savaşından evvel vakıa-i sadıkada gördüğü bir olayla bu konuda görevlendirildiğinin anlamışttır. “Ararat denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilak etti; dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır.
Dedim: “Ana korkma, Cenâb-ı Hakk’ın emridir. O hem Rahimdir, hem Hakîmdir.” Birden, o halette iken, baktım ki mühim bir zat bana amirane diyor ki: “İ’caz-ı Kur’ân’ı beyan et!” Uyandım; anladım ki, bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılâptan sonra Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak ve namzet olduğumu anladım.”2 Üstad, Sikke-i Tasdik-i Gaybî adlı eserinde de gayesini şöyle açıklar: “Bütün bildiği ulum-u mütenevviayı Kur’ân’ın fehmine ve hakikatlerinin ispatına basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını yalnız Kur’ân bildi. Ve Kur’ân’ın i’câz-ı manevisi ona rehber ve mürşid ve üstad oldu.”3
Dipnotlar:
1-Tarihçe-i Hayat, s.43.
2-Tarihçe-i Hayat, s.44.
3-Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.83.