Hayatı boyunca verdiği mücadelenin özünde insanlığın imanla müşerref olmasını temin etmekten başka bir ideali olmayan Bediüzzaman; eğitimde alışıla gelmiş sistemin dışına çıkarak toplumu kucaklayacak medrese eğitimine yeni bir dinamizim kazandıracak, Anadolu coğrafyasında birliği temin edecek olan ve eğitimde tecdid sayılabilecek bir metot ortaya koymuştur.
Bediüzzaman, kurmayı planladığı ve fakat uzun uğraşlara rağmen düşüncesini gerçekleştiremediği üniversite de, eğitim dilinde; Arapça’nın vacip, Kürtçe’nin caiz ve Türkçe’nin lâzım1 olduğu esasına göre verildiği taktirde bu birliktelikler sağlanabilir. İslâm, eğitimi insan fıtratı üzerine bina etmektedir. Eğitim ilkelerini o fıtrat niteliğine göre koymaktadır. İnsanın eğitilebilmesi için nefsindeki özelliklerin anlaşılmasında zarûret vardır. Madem ki, eğitim iman üzerinde bir tasarruf yapmaktadır. Öyle ise bu tasarruf bilinmeden yapılamaz.
İnsan, gerçek hüviyetine ancak Allah ve Resûlü (asm) ile olan irtibatını kurmak ve ilâhî kurallarla alâkasını devam ettirebilmesi ile mümkündür. Yoksa yararsız eşya mülkiyeti, servet sevgisi, şöhret ve göz kamaştırıcı fenomenal deneyimle insanın yanlışa yönlendirilmesi ve gayesini unutması sonucu bir tarafta yanlış yönlendirilmiş kitleler ve bir başka tarafta incinen, yaralanan insan kalbi…
İnsan hayatının en önemli dinamiklerinden birisi de eğitimdir. Eğitim deyince sadece sosyal hayatın gereklerini öğreten ilim anlaşılmamalıdır. İnsan sosyal bir varlık olarak hayatını idame ettirendir. İnsan, yaratılışı itibariyle fizyolojik yapısının yanında ruh yapısıyla da insandır. Nasıl fizyolojik yapısı maddî gıdalarla beslenme ihtiyacını duyuyorsa ruhî yapısı itibariyle de manevî gıdalara ihtiyacı vardır.
Eğitimde tecdidin en önemli unsurlarından birisi de, akıl, fikir ve kalbinin aydınlanması iman gerçeğine kavuşmasını temin etmesidir. Çünkü; Bediüzzaman 1911 yılında Emeviyye Camii’nde Cuma günü okuduğu hutbesinde bu gerçeği şöyle ifade eder: “Akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.”2
Bediüzzaman’ın eğitim anlayışı hem dinî ilimlerin ve hem de kevnî ilimlerin birlikte öğretilmesi tezini savunur.
Çünkü her bir ilmin Cenâb-ı Hakk’ın ism-i İlâhisine dayandığını Sözler adlı eserinde şöyle belirtir: “Her bir kemâlin, her bir ilmin, her bir terakkiyâtın, her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat, bir ism-i İlâhîye dayanıyor.”3
Dinî ve fennî ilimlerin birlikte okutulması ve birlikte eğitim verilmesi insanın yaratılışına en uygun eğitimdir. Çünkü insanın aklının ve vicdanının tatmin edilmesi gerekir.
Bundan dolayı da Bediüzzaman Münâzarât adlı eserinde şöyle ifade ediyor: “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”4
Dipnotlar:
1- Nursî, Said; Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1993, s. 80.
2- Nursî, Said; Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1993, s. 33.
3- Nursî, Said; Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1994, s. 238.
4- Nursî, Said; Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1993, s. 127.