“Adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidatta bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı mânevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın bir muavini, bir mütemmimi, bir mânevî veledi hükmündedir…”(Emirdağ Lâhikası)
Hakikatinde, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin nereye dayandığı ve nereden manevî kuvvet aldığı gösterilmektedir. Nasıl ki Hz. Hasan (ra) ümmetin şahs-ı manevisinin selâmeti ve o şahs-ı manevinin maddeten ve manen zarar görmemesi için hiç tereddütsüz dünya saltanatı noktasında hilâfeti terk etmiştir. Aynen öylede Risale-i Nur’un Talebesi de Risale-i Nur şahs-ı manevisinin menfaati için başta nefsi hisleri olmak üzere şahs-ı maneviyeye zarar verebilecek her türlü hali bir an önce terk etmesi gerekmektedir.
Hz. Hasan (ra) ümmetin şahs-ı manevisi için en doğru tercihi yapmış, zahiren zarar görünen bir hadiseden şahs-ı manevî namına büyük kârlar elde etmiş ise bir Nur Talebesi de her meselede şahs-ı maneviyi öncelemek ve her şart altında şahs-ı manevî lehine tercihte bulunmak zorundadır. Zorundadır diyorum, çünkü Hz. Hasan’ın (ra) muavini mütemmimi (tamamlayıcısı), mânevî veledi olmak bunu gerektirmektedir. Böyle bir özelliğe sahip Risale-i Nur şahs-ı manevisini Hz. Hasan’ın (ra) tarzından uzaklaştırarak şahsî hareketleri doğuracak girişimlere ve hareketlere sevk etmeye çalışmak büyük bir yanlıştır.
Saltanat sevdası uğrunda her şeyi feda eden ve şahs-ı manevileri bazı şahıslar hatırına yok sayan akımların Risale-i Nur şahs-ı manevisini yolundan çevirmesi mümkün değildir.
Çünkü dünya saltanatını rahatlıkla terk ederek manevî saltanata namzet olmuş Hz. Hasan’ın (ra) mesleği şahs-ı manevimizin esasını teşkil etmektedir. Böyle bir mesleği devam ettiren şahs-ı manevimiz için ittifak ve tesanütten çekilmemek gerektir.