Uçuramadığım sevdalar kanatıyor içimi.
Kanatlandıramadığım cümleler, kelimeler, heceler… içerimi kaynatan, ama gözlerimden süzemediğim yaşlar.. Bir ılık sabahın nazlı kelebekleri…
Bir samyeli esiyor, akşamımın bütün serinleticiliğine inat. İliklerime kadar ürperten çığlıklar, belki de ilk defa duyuruluyor kulaklarıma. Hep okuduğum, dillendirdiğim hakikatleri şimdi yaşama zamanı. Gözlerimle takip ettiğim satırların, izini sürme zamanı. Duyulan prensipleri, düsturları kalbe indirme, yüreğe işletme, gözünden akıtma zamanı. Bir sevda çağlayanını kalbine hapsetme, gönül salıncağını yalnız sallama zamanı.
Rüzgârın insafına terk ettiğim düşüncelerim ürperiyor. Bir lerzeye tutulmuş titreyen vücudum sarsılıyor. Bir handikabın bilmecesi mi bu yaşadıklarım? Bir anlamsızlığın içine düştüğü girdap mı? Ya da yakıl(a)mayan önyargıların kurduğu bir tuzak mı?
Dondurucu bir mehtabın ruhuma bıraktığı tesir, acımı ve hicranımı sonsuza taşımakta. Duyulamayan bir çığlık gibi benliğim. Tarumarım, derbederim, karmakarışığım. Ne titreyen vücudum umrumda, ne de sonsuzluk hayallerim. Yaralarım mı? Ne fark eder ki? Birini kapatamamıştım daha, iyileştirememiştim. Şimdi yeni yaralar açıldı üzerine.
Maksuda ulaşan yollar, örümcek ağından bir merdivenmiş. Varmaya çalıştığım kapılar bir katre serab imiş. Hiçbir şey yokmuş aslında, hiçbir şeyde yokmuşum. Sebeplerin derin sukûtu, tedennisi ve birer birer gözümün önünden silinişi karşısında, sadece bakakalıyor insan. Ben neye inanmışım, neye bağlanmışım diyerek… Ellerimde yokluğun izleri, gerçek varlığın gözyaşları var. Acıya, hicrana kanatlanan üveyik yüreklilerin kalplerde bıraktığı tesir var.
Derin bir nefes almak, alabilmek ne büyük nimetmiş. Umarsızca bakışlarını ufukta gezdirmek, masmavi bulutlarda dinlenmek ne büyük saadetmiş. Preslenen ruhum nefes almaktan aciz. Kalbim gurbetin hazin billurunu boşluğa bırakırken, zamanın hançeresiyle beyin çeperlerine saplı hayallerim, binler hicranın elemiyle müteellim. Havadaki ağırlık elle tutulur, gözle görülür derecede kesif. Ve satılmış vicdanlarını maktülün üzerinde unutanlar, görülebildiklerinden habersiz. Hayat mı? Hep aynı tonda, renkte, alelâdelikte…
Oysa verilmiş sözler vardı bahar kokan. Elvan elvan rayihalar vardı Cennet-misal ötelerden uçan. Saf, berrak, hazin gözyaşları vardı ateşgedeleri söndürecek cesamette. Billur gibi serindi arz. Nice gülleri yetiştirecek mûtenâ bir iklimdi. Bahçıvanların nadide çabalarıyla renk renk çiçekler açardı burada. Ufka birbirinden zarif dantelalar gönderilirdi. Düştü yapraklar, kanatçıklar takılı besteleriyle. Aktı gökkuşağındaki boyalar, binler rengi karmakarışık eden nağmeleriyle…
Hicran hicran katmerleşti batan güneşin ardına bıraktıkları. Bir sessizlik çöktü yeryüzüne, asumanda anlatılan bütün masalları susturacak kadar. Her şey bir nazlı rüya imiş, uyanınca vuruldu bütün gerçekler yüzümüze. Hissizlik, donukluk, uyuşukluk düştü bahar mevsiminden üzerimize. Artık iğne batsa kan akmaz, bir yere çarpsa morarmaz oldu bedenimiz. Bir yanımız ağlarken bir yanımız gülmeye o kadar alıştık ki, anlamsız soru işaretleri bile bir şey anlatmaya yetmiyor. Yitirilen algılar çözümlenemeyen soruları ne sorabiliyor, ne de sorulmuş olanları anlayabiliyor. Yitirilmeyen yalnız ümitler kaldı, karanlık odalarda, karanlık sandıklara saklanan. Bir de hayaller kaldı, kendisi dünyaya, gölgesi ukbaya düşen.
Soluksuz okunan bir romanın baş kahramanlarıydık biz. Vakit ikindiye evrilirken menevişlendi hülyalarımız. Bizim gözyaşımızın menzili olmazdı. Bizim ümidimizin battığı bir ufuk, yeryüzünde durmazdı. Varlığı yokluğa satmış, yokluğuyla zenginleşmiş ruhlar için hazan yaprakları düşmezdi yere. Aşk ile tutuşmuş hiçbir kıvılcım, küllerini savurmazdı faniliğe. Hani var ya, “biz yakarsak söndüremezler.”
İşte öyle bir ateş düştü sinelere. Dumanı olmayan haza bir kor gibiydi yürekler. Bir ağır resim çizdik siyahın bütün tonlarını kullandığımız. Ama olmazdı değil mi? Kahramanlara bir şey olmazdı. Hele bildiğim bir dünyanın bilmediğim kahramanına hiçbir şey olmazdı. Sonsuza kadar…