Rüzgârın şavkı esiyor ruhlarda. Zerrelerin hareketi dolduruyor arzı. Kâinat birbirine emanet edilmiş hep. Rüzgâr estiği yerlere, bulutlar gökyüzüne, çekirdekler toprağa, çiçekler ağaca, ruh cesede, dünya kıyamete… Kimse sabit değil olduğu yerde. Hiçbir şey kalıcı değil. Hiçbir mevcud durucu değil.
Ramazan da farklı iklimi, atmosferiyle emanet olarak veriliyor ellerimize. Hicran bulutlarımızı dağıtsın, kederimizi silsin diye… Hüznümüzü sürura, firakımızı vuslata kalbetsin diye… Gözümüzün yaşını silsin, tekessür-ü kalbimizin elemini yok etsin diye…
Bu öyle bir emanet ki, elimizde duruşuyla dahi nimetlerinden istifade ettiriyor. Ruhumuza uğramasıyla şeker-şerbet oluyor adeta, kendini ruhumuza damıtıyor. Bizde kaldığı sınırlı zaman dilimi içerisinde öyle çok faydalar veriyor ki, gönül emanetçisi değil sahibi olmak ve ondan hiç ayrılmamak istiyor. Nasıl nahif bir duruş, öyle değil mi? Bire yetmiş veren başaklar gibi…
Her var oluş, mutlaka bir yitişi hatırlatmalı. Her başlangıç da bir sonu… Emanet oluşun sırrı başka nasıl anlaşılabilir ki? Her şeyin elimizden uçup gittiği, bizim bile kendimize sözümüzün geçmediği bir dünyanın, bakî, daimî, efsunî bir zaman dilimi Ramazan. Sanki sadece onun üflediği hakikatlere yapışırsanız beka bulursunuz der gibi Yaradan. Hakikatlerin ismi ve zikrinden çok, hâlî ve manevî veçhesine talip olanların onun kuşatıcı tarafıyla beslendiği büyük bir emanet.
Bu emanetin duruşu ve korunması, ondan istifade etme gayretiyle doğru orantılı; rengini bulaştırması ve iz bırakması yine onun hassas ruhunu incitmememize bağlı. Rabbim hakkıyla feyizyâb olanlardan eylesin inşallah.
Emn’ine, saadetine ve ruhumuzda bıraktığı izlere merhaba!