Sabahın sükûtu çınlatıyor ruhları.
Yeryüzüne inen, süzülen, neşrolan halleri damıtıyor insanlık derûnuna doğru. Bir Hayy u Kayyum’un, Muhyî ve Mümit’in tezgâhında işlenen gece gündüz sayfası, insanlara da sirayet ediyor, dokunduruyor, bulaştırıyor gibi.
Bu atmosferi her sabah ruhunda hissetmeyene bilmem bir şey denir mi? Gecenin gündüze teslim olma halini ibretle izlemeyene, bu satırlar kifayet eder mi? Bu teslim olmayı, sükût etmeyi, boyun bükmeyi, râm olmayı görmeyen, zerrelerin birbiriyle alış verişini, hücrelerin işleyişini, taşların el ele verip Ayasofya’nın kubbesini oluşturmasını bilmem kavrayabilir mi? Teslimiyetin ruhu, kâinatı dolanmış, gelmiş ve bedenimize misafir olmuş.
Ramazan teslimiyetteki sükûtu yaşatır bize. Onda sessizce kabulleniş, itirazsız itaat vardır. Ama bu, kuvvete karşı gelememekten kaynaklı zorunlu bir itaat olmadan öte, tamamen iradî, gönüllü ve severek, isteyerek yürünen bir yoldur âdeta. Bir zorlama yoktur, ihtiyar elden alınmaz, irade asıldır. Teslim olmanın, teslimiyetin, ivazsız itaatin bir züll olmadığını yaşatır bize Ramazan. Bir emirle ağzımızı kapatıp diğer bir emirle yeniden açar. Ve biz o emir gelmeden, ne bir lokma geçiririz boğazımızdan, ne de yeme içmeyi keseriz. Bu bizde bir hüzün oluşturmadığı gibi, mutlu eder, sürûrla coşturur.
Üstad’ın “oruç nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar” sözü, belki bu nevî bir çağrışımı tedai ettirir bize. En basit yapabildiğimiz yeme içmeyi bir emirle terk eden nefs, itaate alışır, iradenin ipine yapışır ve evc-i âlâya kanatlanan bir üveyik oluverir.
Teslimiyete, itaate merhaba!