Mehmet Âkif’in Seyfi Baba’sının; “Ya hamiyetsiz olaydım, ya param olsa idi” mısrasında buluyorum kendimi şu sıralar...
Lisede Edebiyat dersinde, içine kendimi yerleştirircesine, Seyfi Baba, Mehmet Âkif ikilisinin yanında üçüncü kişi olup onları dinlercesine okuduğum, dinlediğim bir şiirdi. Hayatım boyunca da hep etkilemiştir farklı mısralarıyla. Ama özellikle de bu dize… Son dize…
“Ya hamiyetsiz olaydım, ya param olsa idi..”
Bazen hayıflanmama isim olan, bazen anlamsız sorularıma.. Bazen de dillendirmediğim, dillendiremediğim isyanıma… Neden’ime, niçin’ime, nasıl’ıma…
Şartların imkânsızlığı, sertliği, kabalığı, acımasızlığı, gerçekliği, haşinliği… Galibiyeti…
Hissiyâtın naifliği, yumuşaklığı, mütevazılığı, saygısı, mahcubiyeti… Mağlûbiyeti…
Şartlara rağmen hissiyatı yaşayamamak bazen his sahibine daha fazla acı veriyor. Olmasaydı, yaşamasaydım, görmeseydim… Ya da gördüm olsaydım… Şartlara mı çok bağlanıyoruz, hissiyata mı acaba bu durumda?
Hani doğuştan kör olan birisinin imkânı olsa gözleri açılsa… Dünyayı görse, renkleri, kuşları, insanları, çiçekleri, denizi… Daha sonra gözleri tekrar kapansa… İlk halinde mi daha çok acı çeker, ikincisinde mi? Nimeti hiç yaşamamak daha az acıtır sanki. Yaşayıp kaybetmek… İmtihanın binbir türlü hali var elbette.
Seyfi Baba’nın yazıldığı zaman, durum çok daha farklı zamanlar tabiî ki. Ama merhamet sahibi insanların bu şiirdeki naif haykırışını duyuyorum sanki. O ıztırap ne kadar acıdır, içinde şefkatini bir nişâne gibi taşıyana... Ne kadar da ağır yaralar, ihsanı bol insanları... Şiirin başı, devamı ve sonu. Mehmet Âkif’in maddî manevî yardımına koştuğunu yine şiirin ilerleyen dizelerinden anladığımız civanmerd Seyfi Baba... Hani Üstadın Hatem-i Tai’yi anlattığı o yeri bilirsiniz 19. Lem’a’nın 4. Nüktesi’nden. Ahaliye sofralar kurduruyor, ziyafet veriyor ve çölde yürüyüşe çıktığında rastladığı o ihtiyar.. Çalı yükünü omuzlayıp dikenleri sırtına bata bata yükünü çeken ve sultanın sofrasını reddeden, izzetini seçen o ihtiyar.. Seyfi Baba’da da öyle bir ruh var işte. Yetmiş beş yaşını geçmiş ve ekmek parası için dam aktarmaya çıkan, orada da üşüten, hasta olan bir ihtiyar…
“Kim kazanamazsa bu dünyada bir ekmek parası
Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası”
şiirin başka dizesinden. Hani atasözü olmuş gibi, iyice ezberlediğimiz.. Seyfi Baba’daki bu ruh, ona Mehmet Âkif’in dostluğunu kazandırmış belki. Onun gözü tokluğu, minnetsizliği bu kadirşinas muhabbeti netice vermiş. Basit bir hasta ziyareti gibi görünen şiirin içerisinde beslediği, günümüze taşıdığı, kendini okutturduğu hakikatler.. Gönüllere dokunmayı, ruh insanı olmayı kendine şiar edinmiş şefkatperver insanların büründüğü hâlet-i ruhiye.. Böyle bir ruhun olaylara yaklaşımı, aktarması ve yorumlaması..
Dostları olmalı insanın, sesinden, sessizliğinden halini anlayan.. Kelimelere bile gerek olmayacak kadar, ruhunda ruhunu, halinde halini hissettiğin.. ruhunun acısının ona gittiği, onun acısının sana geldiği dostlar.. Mehmet Âkif naif, kadirşinas bir insan.. Filvaki Seyfi Baba’yla dostlukları da öyle..
Rabbim dostluğun hakikatine ermiş ruhları dost eyleye cümlemize..!