Kelimeler anlamını aşıp öteleri kuşatırken, sanki harfler asıl mecrasından taşmış, anlamını yitirmiş, silikleşmiş gibi...
İnsan ne söyler, neyi anlatır, nasıl gider hiçbir şey yokmuş gibi? Nasıl döner sırtını yaşanılanlara, yaşadıklarına? Ve nasıl bırakır kitabının arasında kuruyan çiçeklerini? Bir anlamı olmalı değil mi, hayata dokunan güllerin? Bir mesajı olmalı, anlatmak istediği, seremonisi... Her attığın adımın bir bildiği olmalı. Hayatına dair, ona dönük getireceği birşeyleri vaad etmeli. Hayatını, başka hayatları diriltmeye adayanlar, küçük meselelerde boğulmamalı meselâ. Bir sonbahar rüzgârı önünden estiğinde, anlatacağı hikâyeleri olduğunu fark etmeli. Kimbilir, hangi dağları aşıp hangi yürekleri taşımıştır önüne? Hangi çiçeğin yaprağını, hangi gülün kokusunu getirmiştir?
Harflerin anlamını yitirdiği yerde, şiirin tadı, rüzgârın nefesi kalır mı? Gönül edebiyatın gizli hazinelerine dalıp, başını kaldırmamak istiyor amma... Bırakır mı mahzun, mazlûm insanların gözyaşları, bakışları bilmem..
Manevî hava maddî havaya da yansıyor diyor Üstad. İnsan kalemini hayallerine taksa, yüreğinde şiirin gemilerini yüzdürse, ufkunu nice denemenin, hikâyenin dantelasıyla süslese de, tadı yok edebiyatın...
Ah’lar birikti gökyüzünde. Ah alan vicdanların gözü görmese, gönlü katlanmasa da, birikiyor rahmet çağlayanı.
“Musîbet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü masumane ve mazlûmaneden zayıfa şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım. Ümidim kavîdir ki: Çok masumların kalblerinden hararet-i hüzünle tebahhur eden Ây! Vây! ve Âh!lar rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve âlem-i İslâm’da yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.” (D. H. Örfi, s. 46)
Rahmetin, merhametin buhar olup uçtuğu, hüzn-ü elîmin vicdan sahiplerini yaraladığı bu zamanda, en fazla ihtiyacımız, ümidimizi kavi tutmak elbette. Bezginlik ve bedbinlik, zayıf gönüllerde maya tutar, sonra da zehirli bir ur gibi dağılır ve yayılır.
Ye’s çekirdeğinin içimize düşmemesine, düştüyse filizlenmemesine dikkat etmeli mutlaka. Söylediği her cümleyi, konuştuğu her hadiseyi vicdanından ve gönlünden süzerek söyleyenler, ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaklardır. Söylediğimiz, yazdığımız hiçbir şey, karşı tarafa ulaştığında ümitsizlik meyvesi vermemeli. Tomurcukları soldurmamalı, yabani sarmaşıklar bitirmemeli. Ümidin neşvesini dokumuş ruhlar, ufuklardan ümit devşirmiş sevdalar açmalı dört yanda. Güce, kudrete, zorbalığa ve korkuya teslim olanların gözünü açacak, ufkunu ağartacak, rahmet olup üzerlerine yağacak büyüklükte bir ümit meş’alesi olmalı ki, aydınlanılabilsin.
İkindi güneşi ışık hüzmelerini toplayıp bize el sallayarak uzaklara çekilirken, ümidin altın kıvılcımlarını da yüreğimize ektiğini fark edemezdik elbette. Ta ki ertesi gün güneş yeniden tulu’ edip karanlığı yavaş yavaş eritene dek. Düşünsenize. Göz gözü görmeyen zifiri karanlık, azar azar imbikten eriyen ve akan bir kıvılcıma dönüşüyor. Sağnak sağnak yayılan aydınlık en sonunda galip geliyor ve karanlık tek nokta kalmıyor. Aydınlığın her zaman ve zeminde hükümferma olduğuna ne güzel bir delildir şahid olduklarımız.
Aslında ne var, biliyor musunuz? Ortada hiç ümid edilecek bir sebep olmasa bile, ümid etmek isteyen bir yanımız var. Hiçbir şey olmasa da, ümid edilecek şeyler arayan bir tarafımız var. İnsan ye’sin içine girmesine izin vermeyegörsün. O zaman çöküyor aslında, o zaman düşüyor hayalleri yere. İnsan “bittim” dediğinde bitiyor zira, öldüm dediğinde ölüyor. Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye’de 6 hastalıktan en birinci hastalığı sayarken, “ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi” diye tarif ediyor. Ümitsizliği içinde diriltmeyen, hayatlandırmayan her türlü sorunun üstesinden gelebilir, her hadiseye karşı koyabilir demek ki.
Hayatın acılaştığı, keyiflerin eleme döndüğü, ruhun kederle tutuşup ufukları yaktığı şu günlerde, müflis olmasın kalemimiz. Şiirimiz gül versin, edebiyatımız çiçek açsın. Sonbaharın sararan yapraklarına inat, yediveren olsun gönlümüz. Her dem taze, her an bahar olsun ufkumuz. Herşeyimizi kaybetsek bile, ümidimizi kaybetmeyelim.
Ve o meşhur söz:
“Çay koy keçeli, yeniden başlıyoruz.”