Bir küçük dokunuşla başladı her şey. Bir kelebeğin ince, narin ayaklarıyla bir dala konması gibi. Bir arının incitmeden çiçeğe konup özlerini toplaması gibi. Bir çocuğun hiç sebepsiz, sıcacık gülümsemesi gibi. Güneşin sessizce ufukta sökün etmesi gibi. İnce, nahif, içten…
Bir heyecanla aralandı yürekler. Gözlerde çakan bir şimşekle başladı yolculuk. İttihad programı bu manyetizmayı harekete geçiren elektrik oldu.
Gönüller aynı rotada buluştu:
Gençlerle buluşmalıyız..!
Gönüllerin buluşmasını, kalplerin ittihadı perçinleyecek, güzel birlikteliklerde güzel hizmetlere adımlar atılacaktı. Öyle de oldu.
Çağrımız evrenseldi, çağrımız bütün gönüllereydi. “Yeni Asya için ne yapabilirim?” sorusu zembereği hareket ettiriyordu. 12 Kasım buluşma günümüz oldu. Kalplerimiz hâlelendi, gönüllerimiz perçinlendi ve bir anafor oluşturduk. Gözleri buğulandıran, yürekleri açan, sonsuzlukta kaybolan bir anafor…
Fikirlerin canlılığı, diriliği cezbetti önce. Kalplerin mutmain ve sürurla “ben de varım” samimiyeti celbetti. Pırıl pırıl gençlerin ağzından dökülen her bir cümle, geleceğe atılan bir imzaydı sanki. Ben bu dâvânın farkındayım, şuurundayım, dâvâmın sahibiyim’in tecessüm etmiş haliydi.
Dâvâsını bilen, seven, sevdalanan ne yapmaz? Risale-i Nur ve Yeni Asya, gönülleri kuşatmalı diyen bir yürek, nasıl fedakârca koşturmaz? Yeni Asya ailesinin tanınması, bilinmesi lâzım diyen bir şuur, nasıl hareketlenmez? Böyle cihanşümul bir dâvâyı kim durdurabilir, susturabilir?
Ataol Behramoğlu bir şiirinde insanları ülkelere benzetiyor:
“İnsanlar da ülkelere benziyor
Sınırları var, yüzölçümleri
Yasaları var
Bayrakları, ilkeleri.”
diye devam eden, bildiğiniz şiirinde, şöyle bitiriyor:
“Sonuçta ne küçümse insanları kızım
Ne de önemse gereğinden çok
Ama anlamaya çalış
Nedir ve ne kadar genişleyebilir yüzölçümleri.”
Hepimiz bir ülkeydik orada. Engin, geniş, bereketli… Sınırlarımızı, alanlarımızı ne kadar genişletebileceğimizi ölçtük. Dünyamızı tanıtma adına kimlerin kapısını nasıl çalabiliriz ekseninde, fikirlerimizi teati ettik. Bir küçük çabaydı belki bizdeki, küçük bir adımdı. Ama hâlelendireceği, dalgalandıracağı, ihtizaza getireceği çok yürek olacak, çok fikirler titreşecekti. Damlalar birikecek, kabiliyetler inkişaf edecek, coşacak ve bir hidroelektrik santrali olacaktık.
Heyecanla bakan gözlerde, inançlı gönüllerde keşfettiğim bir özellik daha vardı. Biz bir karınca gibiydik. Çabamız, gayretimiz küçüktü belki, ama birlikte pek çok işin üstesinden gelebiliyorduk. Cumhuriyetçiydik. Ayrıca gücümüzü birbirimize değinerek, dokunarak, birbirimizi hissederek kazanıyor, şarj oluyorduk adeta. “Müfritane irtibat” düsturunun bir remzi, hikmeti de bu olsa gerekti. Tabiî ki Üstadımızın “tevhid-i imanî elbette tevhid-i ulûbu ister. Vahdet-i itikad dahi vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.” (22. Mektup) sözünü de unutmadan buraya eklemeliyim.
Hani en safi, yalın umutları daha işin başında taşırız ya içimizde. Ne kadar saf bir heyecan yaşıyorsak, yaptığımız işlerimizle bu heyecanımızı besler, umudumuzu diri tutarız ya.
Bu güzel gönüllerin ittihadı, öyle kuvvetli bir biyoenerji idi ki, hâlâ tesirinde kalmak, düşününce heyecanlanmak güç veriyor, bu enerjinin kaybolmayacağına olan inancım artıyor.
Gelmek isteyip de gelemeyenlerin elbette fikirleri var. Bu büyük enerji hem oradakilerin, hem de kalbi orada atanların enerjisiydi. Fikirler mi? Onlar asla kaybolmaz.