Aziz Üstadımı anma programları vardı ülkenin pek çok yerinde. Hatta yurt dışında. Gidebildiklerimiz kadar gidemediklerimiz de heyecanlandırdı bizi.
Gidemediğim bir programa eşimi yollamış, sağlık problemim dolayısıyla uzun oturuyorken akşam ezanı okundu hemen yanıbaşımızdaki camiden.
Zaten hüzünlüydüm. Azıcık da canı sıkılmış. Bir de okunan akşam ezanı…
Sabah ve akşam ezanları daha bir etkiler ya bazılarını. Ben de aynı halet-i ruhiyedeydim o akşam.
Her ezan bir Bilâl seslenişidir aslında.
Bu kez de aynı etkiyle dinledim. Bilâl yürekli seda ile bir an için de olsa Uhud Savaşını gözlerimin önüne getirmek istedim.
Ama gelmiyor… Getiremiyorum. Gelmesi… Gelebilmesi için o ruhu yakalamam lâzım.
Yüreğimde, ruhumda, zerrelerimde hissetmem lâzım.
O ruh idealimde olmalı…dilimde değil. Anlıyorum ki sadece dilimde.
Hedefimde olmalı… Arkamda değil.
Aziz Üstad’ımın cesaretinden cesaret alıp diyebilmeliyim, ama diyemiyorum işte. Saçlarım adedince baş verecek yürek yok zaten bende, bir baş da verecek cesaretim yok…
Bunu yapabilecek iman hani nerde?
Hiç olmazsa diyorum… Ömür sermayemin bir kısmını, inadımı, zanlarımı, gayretimi, keyfimi verebilseydim bu hizmete. Bu dâvâya.
Nurların naşiri olabilmek için.
Naşir ya da hadim. Memur veya hizmetkâr. Yazan belki anlatan.
Yaşayan illâ ki yaşayan olabilmeliyim.
Ki… Belki o zaman ancak… Ancak muazzez Üstad’ıma: “Ben de senin talebenim” diyebilirim.
Yoksa heyhaaat!..
Evet Uhud’a dönersek.
“Hayalimde canlandırmaya çalışıyorum, ama başaramıyorum” dediğim Uhud Savaşına.
İmanı, gayreti, ihlâsı, uhuvveti, muhabbeti, tesanüdü, teavünü elde eden bahtiyarların peşine takılıp gidelim.
Hz. Peygamber (asm) Hz. Ebu Ducane’ye (ra) kılıcı uzatır ve der ki: “Bu kılıç elinde parçalanıncaya kadar müşriklerle savaş.”
Savaşmış Ebu Dücane. Kendisine emanet edilen kılıç parçalanıncaya kadar savaşmış.
Geliyorum bu güne. O zamana, o kutlu asra gidebilmek zor. Bu güne çarçabuk geliyorum. Ahirzamana yani.
Fitne, günah, düzensizlik, yalan, haksızlık zamanına dönüyorum.
Verilen sözlerin tutulmadığı, alınan emanetlerin korunmadığı zamanımıza.
Kılıçlar kalem bugün. Cihad neşriyat.
Tebliğ ve temsil zamanındayız.
O halde ve illâ... Risale-i Nur’lar okunmalı…okunmalı…okunmalı…
Emanet aldığımız Peygamber mesleğine Ebu Dücane gibi sahip çıkılmalı.
O, kılıcı parçalanıncaya kadar savaşmıştı ya.
Bizim de nefsimiz, enaniyetimiz, kibrimiz, gururumuz, su-i zanlarımız kırılıncaya, parçalanıncaya kadar okumalı ve hayata geçirmeliyiz.
Üstad’ımın derdi derdimiz olsaydı eğer başka dertlere düçar olur muyduk? Dünyalık sıkıntılarla boğuşur, lüzumsuz acılarla imtihan olur muyduk?
Derdi dâvâsı olmayanların, başına üşüşen binlerce fani sıkıntı ve eza vardır. Biliriz lâkin yine de tembellik ederiz.
Üstad’ı anma faaliyetine gidememenin hüznü, hastalık ve ruha dokunan bir ezan…
Beş-on dakikalık hissiyatın kâğıda dökülüşü bu dostlar.