"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Ölümü tadmak

Hüseyin ÇETİNSOY
02 Ağustos 2015, Pazar
Yaratıcımız Kur’ân-ı Kerîm’de “Her nefis ölümü tadıcıdır…”1 buyurmaktadır. Bir Hadis-i Şeriflerinde Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz ”2 diye tavsiyede bulunmaktadırlar.

Bu iki emir beni hayli düşündürdü. Cenâb-ı Allah’ın (Celle Celâlühü) her nefsin ister istemez ölümün tadına bakacağını bildirmesi ve ölümü ‘tad’ ile alâkalandırmasının hikmeti ne olabilirdi?

Evet, hayatın yükü ve ıztırabı arttığında yani ‘hayattan tad’ alamadığımız dönemlerde ‘ölümü tad’mak istiyorduk. Bu hal ya ağır bir üzüntü girdabına düşüp hayatı yaşamanın anlamsız geldiği durumlarda; ya ağır bir zulme ve işkenceye uğranıldığı durumlarda; ya şahsî ihtiyaçların bile görülemeyip başkalarına muhtaç hale gelindiği yatalak hastalık veya yaşlılık gibi durumlarda; ya da ölümün keşif kollarının fani vücudumuzu sardığı ve dayanılmaz acı ve ağrıların arttığı hastalık ve yaşlılık durumlarında insanların en büyük isteği oluyordu.

Aslında ölüme bakışımız hep ‘ayrılık’ gerektiriyordu. Lezzetlerimizden ayrılmayı… Sevdiklerimizden ayrılmayı… Bedenimizden ayrılmayı… Dünyadan ayrılmayı… Bütün bu ayrılmalar bizi dehşete düşürüp ölümden korkmamıza yol açıyordu. Oysa bizim hakikî vatanımız cennet; gurbetimiz ise dünya değil miydi? Bizim aslî vatanımıza dönerken, yani gurbetten kurtulurken sevinmemiz gerekmez miydi? Peki, neden böyle düşünmüyorduk?

Bunun iki sebebi vardı. Tıpkı ölümün iki neticesi olması gibi… 

Ölüm, inanan ve inandığı gibi yaşayarak dünya gurbetinden terhis olan; Rabbinin rızasını kazanmış insanlar için en büyük dünya lezzeti idi. Çünkü onun için gurbet bitmiş; vazife bitmiş; her türlü imtihan ve çalışma sona ermiş; aslî vatanına dönüş başlamıştı. Onun için ölüm, visal kapısı; kavuşma anıydı. Hem aslî vatanı olan mükâfat yurdu Cennete, hem de oraya daha önce giden bütün sevdiklerine… Bundan daha büyük dünya lezzeti, bundan daha büyük bir dünya mutluluğu ve nimeti olabilir mi? O cennet ki asıllar yurdu… Gölgelerin, fani ve geçici lezzetlerin değil; daimî ve bakî lezzetlerin, akla hayale gelmeyen nimet ve mükâfatların yurdu… 

Bu neticeyle ‘ölümü tad’an bazı insanların sekerat anında yaşadığı sıkıntılar ise kavuşma sevincinin heyecanı olmalıydı. Tıpkı açlık ve susuzluğun dorukta olduğu bir Ramazan orucu iftarını beklerken önünde bulunan mükellef sofradaki suya ve yiyeceklere kavuşmanın sabırlı sancısı gibi… Ya da doğumunu beklediğiniz çocuğunuzun doğum öncesi uzayan son dakikaları gibi… Hatta Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâmın sekerat halindeki durumunu gören Aişe Annemiz (ra) “Resûlullah’ın o halini gördükten sonra kolay vefat eden hiç kimseye gıpta etmedim.” demişti. Çünkü Hz. Âdem Aleyhisselâm ve Hz. Havva (ra) annemiz dışında bizzat mi’raç mu’cizesiyle Cenneti gören tek insan Peygamber Efendimizdi (asm). Ahiret yurdunu en fazla özleyen insandı.

Ölümün ikinci neticesi ise hakikî ‘ayrılık acısını’ tattırmasıdır. Çünkü inanmayan ya da inandığı halde inancına uygun yaşamayan insanlar için hakikî gurbet diyarı olan Cehenneme sevkiyat yapılıyordu. Öyle ki, fani ve geçici olan en ağır dünya acı ve ıztıraplarının baki ve devamlı olan en hafif Cehennem azabı yanında yok sayılacağı bir gurbet diyarı… Ebedî ıztırabın başlangıcı… Üstelik ara sıra kendisine gösterilen ve imtihanı kazanması durumunda kendisine verilecek olan Cennet nimetlerine kavuşamamanın müthiş pişmanlığı…

Müslümanlar olarak bizleri ölümden korkutan ölümün bu ikinci neticesiydi. Çünkü her ne kadar dünya imtihanını başarmaya çalışsak da Cenneti kazanmak Cenâb-ı Allah’ın Fazl-ı Kerem’iyle mümkündü. Gerçi bütün Müslümanlar günahkâr da olsalar – günahına mukabil cezasını çektikten sonra – Cennetle müjdelenmişlerdi. Fakat işin sırrı ‘imanla kabre girmek’ üzerineydi.

Şefkat ve merhameti sonsuz olan; Rahman ve Rahim Cenâb-ı Allah, inşaâllah Fazl-ı Kerem’iyle  kendisine kavuşan bütün sevdiklerimize ve emanetini alırken bizlere visal kapısı olarak ‘ölümü tad’mayı nasip etsin.          

“Ellezîne izâ esâbethum musîbetun, kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(râciûne).”4

Dipnotlar:

1- Âl-i İmran, 3/185; Enbiyâ: 21/35; Ankebut, 29/57.

2- 1 : Tirmizî, Zühd: 4, Kıyâmet: 26; Nesâî, Cenâiz: 3; İbni Mâce, Zühd: 31; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:321.

3- Bakara Sûresi 156. Meali: Onlar ki, kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman: “Biz muhakkak ki Allah içiniz (O’na ulaşmak ve teslim olmak için yaratıldık) ve muhakkak O’na döneceğiz (ulaşacağız).” derler.

Okunma Sayısı: 2806
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı