Üstad Bediüzzaman’ın yeryüzünde kendisine ait başını sokacağı bir evi olmadığı gibi, hizmet-i Kur’âniyeyi yapacağı kendisine mahsus bir dersanesi, bir mekânı da olmadı.
Hayatı boyunca bize göre elzem olan bu mekân yokluklarını dert edinmedi. Daha rahat bir hayat yaşayayım, daha çok, daha verimli hizmet yapayım diye herhangi bir mekân arayışına girmedi.
Mülkiyeti kendisine ait olmayan Barla’daki bir köy evinde kimi çiftçi, kimi işçi, kimi marangoz on-onbeş kadar köylü ile beraber iman, Kur’ân hizmetinde akıllara durgunluk verecek bir destan yazdı Bediüzzaman. Türkiye’nin nabzını tuttu; dünyaya sesini duyurdu.
O dersane mekânları olarak dağ başlarını, yaylaları, dere kenarlarını hatta yüksek ağaçların başlarını tercih etti. Buralarda bulabildiği köylülere, çobanlara, çiftçilere, işçilere hak ve hakikatları anlatmaya devam etti. Kimseleri bulamayınca da çevresindeki canlı veya cansız mevcudata yüksek sesle sesini duyurmaya çalıştı.
Daha sonraki zamanlarda da ona mahkeme salonları, polis karakolları, hapishanelerin köşeleri, zindanların karanlık don- dorucu kuytu yerleri Bediüzzaman’ın ders mekânları oldu. Bazen kendisini yaka-paça yakalayıp götüren polislere dersler vermeye; bazen kendisini sorguya çeken hâkim ve savcılara yaptığı müdafaalarla hukuk dersleri vermeye, çoğu zaman da hapishanelerde, zindanlarda kendisi gibi mahkûmlara Nurlar’dan dersler vererek onları teselli etmeye devam etti.
Asl olanın mekânlar değil; din-i mübine hizmet olduğunu; bunun yolunun da gerçek dâvâ adamlarının yetiştirilmesinden geçtiğinin şuuru ile bütün himmetini, gayretini bu ulvî dâvâya sahip olacak, adeta bu uğurda hayatını dâvâsına feda etmekten çekinmeyecek olan hizmet erlerinin yetiştirilmesine sarf etti Bediüzzaman.
“Akdamar Adası’nda elli tane talebem olsa, İslâmiyeti dünya tanıtırım” diyen Bediüzzaman, belki Akdamar Adası’nda bu imkânı bulamadı; ama o Barla’da, Isparta’da, Kastamonu’da, Emirdağ’da öyle hizmet erleri yetiştirdi ki her türlü yasaklara, imkânsızlıklara rağmen, imanı tebliğ ve neşir dâvâsında destanlar yazdı, sesini dünyanın dört bir yanına duyurdu.
Hadimler olarak bizler bu işin neresindeyiz? Omuzumuza bir ihsan-ı İlâhî olarak tevdi edilen bu kudsî emanetin neresindeyiz acaba? İman hizmetinin asıl gayesi olan dâvâ adamı olmaya, dâvâ adamı yetiştirmeye mi odaklanıyoruz? Yoksa netice olarak ‘olmasa da olur’ kabilinden olan ders mekânlarının inşasına mı himmetlerimizi, gayretlerimizi teksif ediyoruz? Ulvî dâvânın olmazsa olmazlarından olan lüb’ü yani özü çekirdeği olan Nurlar’a hakikî talebe olmaya, talebe yetiştirmeye mi çabalıyoruz? Yoksa gerçek hizmetlere nispeten olmasa da olur kabilinden sayılan kışır yani kabuk mesabesinde olan gösterişli binaların inşasına mı himmetimizi, zamanımızı harcıyoruz? “Kışır (kabuk) ile iştigal eden; lübü (özü) ihmal eder” tesbitini yapan Üstad Bediüzzaman bize acaba hangi mesajı veriyor sizce?
Himmetimizin, gayretimizin çoğunu sarf ederek vücuda getirdiğimiz dayalı döşeli, lüks diyebileceğimiz sohbet mekânlarımızın gerek dâvâ adamı olmamız noktasındaki; gerekse sesimizin daha geniş çevrelere duyurulması noktasındaki katkısı ne kadar acaba? Hemen bütün maddî imkânlara sahip olmanın karşılığı olarak yeteri kadar Nurlar’ı okuyup muhtaç gö- nüllere ulaştırma noktasında bir çalışmanın içine girebiliyor muyuz?
Bilindiği gibi Üstadımızın hiç de dert edinmediği, önemsemediği, ama nedense bizim çok önemseyerek vücuda getirdiğimiz ders mekânlarına ilâve olarak biraz da naşir-i efkârımız olan başta gazetemiz olmak üzere bütün neşriyatımızın sesinin daha gür çıkması için bir çabanın, bir gayretin içine girmeye ne dersiniz?