Belirli bazı özelliklerinden güzelliklerinden hareketle, birer kibir ve gurur sembollerine bürünen bazı insanları gördükçe, nice özelliklere, güzelliklere sahip oldukları halde, mahviyet ve tevazu sembolü olan şahsiyetleri daha yakından tanımış oluyoruz.
Adı çokça bilinen bir gazetede veya dergide yazar olduğu için havasından geçilmeyen bu insanların kaleme aldıkları beş-on eseri de varsa ve bu eserler biraz da okuyucuların takdir ve beğenilerine mazhar olmuş ise çevrelerinde artık ünlü yazar payesine erişmiş bu insanlardaki enaniyet ve gururlarını gördükçe, altı bin sayfalık emsalsiz bir şaheser külliyatını sessiz sedasız bir şekilde bütün insanlığın istifadesine sunduktan sonra da dönüp onu sahiplenmeyen böyle bir dahinin büyüklüğünü bir defa daha öğrenmiş oluyoruz.
Uzunca bir zaman diliminde cemaatte bulunmuş, temayüz ederek önemli hizmetler yapmış, cemaatin hizmet maksatlı faaliyetlerinde bulunmuş, panellerinde, konferanslarında konuşmacı olarak bulunmuş, yayın organlarında bulunmuş; sonrasında da kendisinde var olan bazı meziyet ve kabiliyetlerin yüce Allah’ın kendisine bahşettiği birer ikram, birer ihsan olduğunu kulak ardı ederek, bu ikramları, bu nimetleri doğrudan kendine mal ederek, farkına varmadan nefs-i emmarenin tahrikiyle ucb ve gururun tuzağına düşenlere şahit olduk. Sonrasında da bu insanlarda hep önde, hep vitrinde görünme arzu ve iştiyakı içinde olmak, çevresindeki mesai arkadaşlarından hep bir imtiyaz beklentisinde olmak, dâvâ arkadaşlarına dahi devamlı pederane, mürşidâne bir tavır içinde olmak gibi olmaması gereken hal ve davranışların zuhuru neticesinde uzun zamanlar mensubu bulunduğu camiayı beğenmeyerek terk eden nice, kendilerini çok beğenen, hodfüruş insanları görünce, onca ilmine, onca feyiz ve faziletlerine, onca istidat ve kabiliyetlerine rağmen, “ben bir hiçim.. Ben bir kuru çubuk hükmündeyim... Ben bir ders arkadaşınızım.. Said yoktur, Said’in ehliyeti de yoktur..” gibi tevazu ve mahviyet yüklü ifadelerle kendisini hep kamufle eden böyle bir din büyüğünün dünyevî hiçbir makam ve mevkiye sahip olmayan çoğu işçi, çiftçi, marangoz, çerçi, kimisi de âmi, ümmi o saff-ı evvel dediğimiz bahtiyarlarla beraber teşrik-i mesai ederek iman ve Kur’ân hizmetlerini yapan Bediüzzaman’ın nümune-i imtisal olan bu halini öğrenince gerçek din büyüğü olmanın öyle kolay bir iş olmadığını biliyoruz.
Yine günümüzde bir çok ehl-i dinin, hatta din-i mübine hizmet etmek için yola çıkan çoğu cemaat mensuplarının dahi aslî vazifelerini bir kenara koyarak bazılarının dünyevî makam ve mevkileri kapma yarışlarına girdiklerini; kimilerinin bazı maddi imkânları elde etme yarışlarına giriştiklerini görünce; Bediüzzaman’ın kendisine teklif edilen mebuslukları, celbedici maaşları, köşkleri sarayları hiç tereddüt etmeden elinin tersiyle nasıl da reddettiğini öğrenince, gerçek din büyüklüğünün nasıl bir şey olduğunu da öğrenmiş bulunuyoruz.