Dinin dahilde menfi bir şekilde istimalinin mazisi oldukça eskidir.
Emevi'ler dönemlerinde başgösteren, muarızlarına karşı dinî değerlerin silâh olarak kullanılması olaylarının en dikkate değer olanın da Hz. Ali ve taraftarlarına karşı olan anlaşmazlıkta, Hz. Ali ve taraftarlarının dinden çıkacakları gibi oldukça ilginç ve sinsi bir taktikle meydana çıktıklarını biliyoruz. Daha da dikkate değer olanı da yine Hz. Ali ve taraftarlarına karşı yapılan savaşta karşı güruhun mızraklarının ucuna Kur'ân sayfalarını takarak, karşı tarafın kuvve-i maneviyesinin kırılmasını sağlayan sözde ehl-i dinin varlığını İslâm tarihinde okuyoruz.
Geçmişten bu güne dinin yüce değerlerinin bazı ehl-i din tarafından bazı muarızlarına karşı insafsızca, pervasızca kullanıldığı görüyoruz. Tekfirciliği artık meslek edinen bu insanlar, sevmedikleri, beğenmedikleri ehl-i dini hemen bir çırpıda münafıklıla, kâfirlikle damgalandıklarına hep şahit olduk. Haricilik ve onun devamı olan vehhabilikten tevarüs ederek devam eden bu yanlış mesleğin yolunda olan insanlar, dinin koyduğu ahkâmlara göre değil; kendilerinin icat ettikleri haklı bir dayanağı olmayan acımasız hükümlere dayanarak bir çok ehl-i dini hemencecik dinin dışına atmakta tereddüt etmezler.
Dindar görünümlü bu insanları Üstad Bediüzzaman; "dinde hassas; muhakeme-i akliyede noksan" olarak tavsif ediyor. Tam da yerinde ve isabetli bir tarif. Zahiren dindar gibi görünen bu gibi insanların gerçek dindarlıkla pek bir alâkalarının olmadığını; dinde olmayan bazı cerbezeler veya kin ve nefret üzerine bina edilen kavramlar olduğu anlaşılıyor bunların dindarlıkları. Muhakeme-i akliye olmayınca; gerçek bir dindarlık da olmuyor çoğu zaman. Aklı, iz'anı, vicdanı bir kenara koyup; kin ve gayz üzerinden dinin ulvî, pak kavramlarını kullanarak ehl-i dini yaftalamayı meslek haline getirenlerin dini hassaslıkla bir alâkası olur mu?
Muhakeme-i akliye ile beraber olursa, dindeki hassasiyetlerin bir önemi, bir değeri olur. O zaman gerçek dindarlıktan belki bahsedilebilir. Akılsız, şuursuz, iz'ansız dindarlıkların hiçbir getirisi olamayacağı gibi; hem kişinin kendisinden; daha riskli olanı dinî değerlerden götüreceği çok şeyler söz konusu olabilir. Aklî melekeleri yerinde olmayan bu çeşit cerbezeli, sözde dindarlar, kendileri gibi düşünmeyen bazı ehl-i dinin yanlış bir söz ve davranışlarından hareketle, böyle insanların pervasızca tekfirliklerine fetva verebiliyorlar maalesef.
Yazımızın başında dediğimiz gibi dinin dahilde bir silâh gibi kullanılması âdetinin mazisi çok eskilere dayanıyor. Ve bu yanlış ve tehlikeli alışkanlık, günümüzde de halen devam ediyor. Geçmişte dinin yüce değerlerine şu veya bu niyetle menfi bir şekilde istimal edenlerin devamı konumunda olanlar, bu gün daha ziyade din üzerinden siyaset yapmayı âdet edinen "Siyasal İslâmcılardır." Geçmişte olduğu gibi, bunlar da kendilerinden farklı düşünen, partilerine rey vermeyen, onların hata ve kusurlarını dile getirenleri hiç af etmeden, bir çırpıda dinî çerçevenin dışına atmaktan çekinmezler. Cennetin anahtarının kendilerinde olduğunu; Müslüman olmanın kendi partilerine rey vemeyi gerektirdiğini; kendilerinin Peygamberimizin (asm) etrafındaki dört halifenin rolünde bulunduklarını; Nemrut'a karşı Hz. İbrahim; Firavun'a karşı Hz. Musa olmaya geldiklerini.. vs. Daha bir sürü ipe sapa gelmeyen saçmalıkları bu millet kendileri gibi düşünmeyen nice mü'minlere karşı tekfirciliği meslek edinen günümüz sözde dindar "Siyasal İslâm"cılardan çokça dinlemiştir.