Demokrasi demek hürriyet, adalet, insan hakları, eşitlik, kanun hâkimiyeti, doğruluk ve aldatmamak, seçim, meclis (istişare), şeffaflık, liyakat ve denetim demektir.
Bu değerlerin hakikî manada hayata yansıtıldığı ülkeye “Demokratik ülke” adı verilir. Böylesi ülkelerde siyasî ve ekonomik krizler pek olmaz.
Demokrasinin zıttı istibdattır. İstibdat rey-i vahittir, yani tek kişinin görüşüdür, baskıdır, zulümdür, keyfi muameledir, güce dayanarak tahakküm etmektir. Su-i istimalata, yetkisini kötü kullanmaya gayet müsait bir zemindir, insanlığı yok edendir. (Münâzarât, s. 50-51.) Ortadoğu ve Afrika’da olanlar gibi istibdatın olduğu ülkeler fakirlik, cehalet ve ihtilâf (fikir ayrılıkları) krizleriyle çalkalanan devletlerdir.
Demokratik hür ülkeler, medeniyet ve refahta dünya sıralamasının en üst taraflarında yer alan devletlerdir. Orada yöneticiler ve bürokrasi, yetkilerini kötü kullanarak devletin kaynaklarını yanlış alanlarda harcayamazlar, israf yapamazlar, devlet malını zimmetlerine geçiremezler, yakınlarına dağıtamazlar. Bunu yapmaları halinde halk onları protesto eder, hür basın onları eleştirir, bağımsız yargı ve meclis devreye girerek yakalarına yapışır ve onlardan bunun hesabını sorar. Bu yüzden oralarda siyasî, sosyal ve ekonomik krizler pek yaşanmaz.
Demokrasinin olmadığı veya göstermelik olduğu istibdatla yönetilen ülkeler, refah ve medeniyette dünya sıralamasının alt taraflarında yer alan devletlerdir. Oralarda meclis, bağımsız yargı, hür basın gibi denetim mekanizmaları ya yoktur, ya da devre dışıdır. Bütün yetkiler baştaki liderin ve yönetiminin elindedir. Yanlış yaptıklarında onları hesaba çekecek bir merci yoktur.
Oralarda devlet gelirlerinin harcanması idarenin insafına kalmıştır. Yöneticiler işin ehli ve vicdan sahibi iseler, gelirler devleti kalkındıracak, halkın refah seviyesini yükseltecek alanlara ve projelere harcanır. Bunun tersi olması durumunda idareciler kendilerini, bürokratlarını, yakınlarını ve yandaşlarını kamu mallarıyla zengin ederler. Hiçbir engelle karşılaşmadan israf içinde yüzerler. Kendilerine devlete yük bindirecek maliyeti yüksek, lüks tefriş edilmiş idare binaları yaparlar, pahalı arabalara binerler. Onlar müreffeh bir hayat yaşarlarken, halkı yoksulluk ve perişanlık içinde yaşamaya mahkûm edilir.
Müstebid idarecilerin bir özelliği; kamuoyunu teslim aldıkları medya aracılığıyla korkutarak, sindirerek istedikleri yöne sevk ederler. Kendilerine biat etmeyi ret edenleri “Vatan haini, terör yandaşı” olmakla itham edip sustururlar.
Onların diğer bir özelliği; göz boyayıcı propaganda ile ülkenin çok iyi bir durumda olduğunu anlatırlar. Devlet kaynaklarının heba edilmesi sonucu ortaya çıkan ekonomik krizin sorumluluğunu üstlerine almazlar. Öz eleştiri yapmak ve durumu telâfi etmek yerine, faturayı dış güçlere keserler. Etkili propaganda sonucu hipnoz olan büyük bir yandaş kitlesi, saf saf onlara inanır ve onları desteklemeye devam eder.
Elhasıl: “ Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti müstebit eder” kaidesince toplum kesimlerinin çoğunluğun Demokratik şuur kazanması; başkasının hak ve hukukuna müdahale etmeyen, ancak idareciler de olsa başkasının da kendi hukukuna müdahale etmesine müsaade etmeyen bir anlayışa sahip olması lâzımdır. Bu anlayışın ülkede yerleşmesi halinde, müsbet manada büyük bir değişim olur. Bu değişimin gerçekleşmesi halinde hem yöneticiler, hem de yönetilenler rahat eder, krizlere meydan verilmemiş olur.