Sözün özü: Liderler önce Allah nezdinde, sonra içte ve dışta muteber ve saygıdeğer olmak istiyorlarsa; mütevazı ve merhametli olmaları, israftan kaçınmaları, ülkelerinde kanun ve mevzuatı ile birlikte demokratik bir sistemi; düşünce ve fikir hürriyetini, adâleti, eşitliği, kanun hâkimiyetini tesis etmeleri gerekir.
Bir ülke veya yöneticinin içte ve dıştaki itibarı nasıl ölçülür? Gösterişli saraylar, gökdelenler, dev stadyumlar, büyük adâlet sarayları, parlak ve göz alıcı törenler ile mi? Hayır. Onların içerden ve dışarıdan gözlenen itibarı, orada uygulanan birinci sınıf bir Demokrasi, mükemmel bir hukuk ve adâlet sistemi, nesilleri müsbet mânâda eğiten düzgün bir eğitim modeli, halkın medeniyet ve refah seviyesi fikir, düşünce, din ve vicdan hürriyetinin kâmil manada uygulanması ile ölçülür.
Geçmişte insanlığa doğru yolu gösteren Peygamberlerin, İslâm Tarihinde Bizim Peygamber Efendimizin (asm), dört halifenin, özellikle adâleti ile dünyaya ün salan, dünya adâlet tarihine altın bir sayfa ekleyen Hz. Ömer’in (ra) sarayları yoktu. Ama bu zatların itibarları zirvede idi.
İran orduları komutanı Firuz Müslümanlarla yaptığı savaşta yenilince, Hz. Ömer’e (ra) götürülmek şartı ile teslim olabileceğini söylemiştir. Müslüman askerler onu Medine’ye götürmüşler. Oraya ulaştıklarında, Hz. Ömer (ra), bir ağacın gölgesinde yamalı elbise ile uyuduğunu görürler. “ İşte Halife Ömer bu zattır” dediklerinde Firuz’a, “Siz benim ile istihza mı ediyorsunuz? Adâleti ile meşhur ve gücü muhteşem olan Halife Ömer bu zat mıdır? Nerede Onun sarayı, nerede muhafızları?” diye sormuş. “Ömer’in sarayı, muhafızları yoktur” demişler. Gürültüye uyanan Hz. Ömer, karşısında süslü ve gösterişli bir elbise içinde gururlu duran kişinin kim olduğunu sormuş. “Bu, meşhur İran komutanı Firuz’dur” demişler. Hz. Ömer: “Bizi bu vaziyetle yükselten ve bu adamı da bu süsle alçatan Allah’a hamdolsun” diye şükretmiştir.
Hz. Ömer (ra) kendine saray, köşk yapmamış, sade ve basit bir hayatı tercih etmiş, İslâm’dan aldığı güç ile hak, hukuku uygulamış, adâlet ile hükmetmiş, dünyaya ışık tutan âdil bir sistem kurmuştur. Gayr-i Mislimler dahil, bütün raiyetini kucaklamış, onların güven, huzur ve refah içinde yaşamaları için çoğu zaman rahat uyku uyumamıştır.
İslâm Tarihinde İlay-ı Kelimetullah için cihad eden ve muvaffak olan Celâlettin Harzemşahlar, Gazneli Mahmutlar, Alpaslanlar, Osman Gaziler, Fatihler, Selimler, Süleymanlar gibi cihangir Müslüman hükümdarlar, saray ve ihtişamlı köşkleri ile değil, cesaretlerinin yanında tevazuları ile doğruluk, adâlet ve Kur’ân’a hizmetleri ile meşhur ve muteber olmuşlardır. Onlar hak ve adâlet ile hüküm sürmüş, devletin imkânlarını saraylar yapmaya değil, halklarının iman, eğitim ve refah seviyelerini yükseltmeye harcamışlardır.
Gerileme döneminde Osmanlı Devletinin çöküşünü hızlandıran sebeplerden biri; halk perişanlık içinde iken, Sömürgeci Batılı devletleri, Osmanlı’yı bölüp parçalama planları yaparlarken, bazı padişahların, toplanan vergiler, hatta dışarıdan alınan borçlar ile süslü saraylar, gösterişli binalar, köşkler yapmaya yönelmeleridir. O saray ve köşkler, yapanlara itibar kazandırmadığı gibi, devleti çöküşten kurtarmamıştır.
Eğer itibar, saray ve köşkler ile mümkün olsaydı, günümüzde Orta doğudaki zengin Arap kralları, dünyanın en itibarlı kişileri olmaları gerekirdi. Çünkü onların çok sayıda muhteşem saray ve köşkleri vardır.
Sözün özü: Liderler önce Allah nezdinde, sonra içte ve dışta muteber ve saygıdeğer olmak istiyorlarsa; mütevazı ve merhametli olmaları, israftan kaçınmaları, ülkelerinde kanun ve mevzuatı ile birlikte demokratik bir sistemi; düşünce ve fikir hürriyetini, adâleti, eşitliği, kanun hâkimiyetini tesis etmeleri gerekir. Sadece destekçilerini değil, halkın tamamını ayrım gözetmeden kucaklamaları, devletin kaynaklarını çar – çur etmeden, halkın maddî ve mânevî huzur ve refahı yolunda harcamaları lâzımdır. Ne yazık ki günümüzde, bu düşünce ve yapıya sahip olan yönetici ve kadrolara şiddetle ihtiyaç vardır.