Hani yaşlı birini görürsünüz, sokakta, titrek adımlar atarken... Hani bir nine takılır gözünüze, yanaklarında zamanın haritası çıkarılmış...
Bir parkta, güneş, ya da yağmur altında, sıralardan birine uzatıp yalnızlığını otururken acırsınız haline.
O zaman yaşlanacağınızı düşünür müsünüz?
Yaşlanmak, sizin yaştakiler için uzak, çok uzak bir ihtimal.
Uzak, ama gerçek. Çocukluk kadar, gençlik kadar ölüm kadar büyük bir gerçek.
Günün birinde herkes yaşlanacak. Mademki, günün birilerinde yaşlanacağız, şimdiden yaşlıların ve yaşlılığın problemlerini düşünmeye başlamalıyız.
Onun da, hayatın diğer alanları gibi, tatlı-acı yönleri vardır. Zaten ürkütücü olan yaşlanmak değil, yalnızlık ve unutulmaktır. Kimsesizlik sevgisizliktir. Bunlar her yaşta zordur gerçi, ama yaşlılıkta daha da zordur.
...
Çok şükür bizim aile geleneklerimizde yaşlılara hâlâ yer var. Evimizin başköşesi onlara ayrılmıştır.
Onlar tecrübenin sesleridir. Çocuklar için dede, “hisse” alınacak “kıssa”, nine ise “başucu masalları”dır.
Onlardan vazgeçmek, çocukluktan vazgeçmek gibidir. Çünkü onlar sevmenin, sevilmenin ta kendileridir.
...
Her aileden böyle mi?
Yazık ki, hayır. Yaşlıları dışlayan aileler de var. “Ununu elemiş, eleğini asmış” derler. “Herkes kendi hayatını yaşar” derler. “Yaşadığı kadar yaşadı” derler, ölmesini bekler.
Ama onlar hayatları boyunca bunları söyleyenleri mutlu etmek için çalışmış, çabalamış ve çırpınmışlar. Varlarını yoklarını ortaya koymuşlar.
Saçlarını evlâtları için süpürge etmişler. Hatta bu yolda yaşlanmışlar. Bu yüzden bizden, yani evlâtlarından, torunlarından saygı, sevgi ve hizmet görmeyi hak etmişlerdir.
Efendimiz (asm) ne güzel buyurmuş:
“Düşkünleri görüp gözetiniz, zira siz ancak düşkünleriniz sayesinde yardım görür ve rızıklanırsınız.” (Ebu Davud, “Cihad,” 70)
Hem bir başka hadislerinde:
“Bereket, büyüklerinizin yanındadır.”(Feyzu’l-Kadir, 3/220) buyurmuşlardır.
Yazımızı yine Peygamberimizin sözüyle noktalayalım:
“Beli bükülmüş ihtiyarlar, süt emen bebekler, otlayan hayvanlar olmasaydı belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti.” (Keşfü’l-Hafâ, 2/230)