Yeni Asya’nın bir ekol ve aynı zamanda da bir okul olduğu hemen herkesin ortak kabulüdür.
Maziye dönüp baktığımızda Yeni Asya Yayınları’nın logosundaki “ Gayemiz vatan sathını bir mektep yapmaktır “ ibaresi de bunun göstergesidir. Ekol olmasının yanında aynı zamanda da bir okul olan bu tezgâhtan kimler gelip geçmemiştir ki ? Bugün ülkemizde sağ , başka bir ifade ile muhafazakar olarak vasıflandırılan pek çok yazar ve çizerin mazisine baktığınızda şehadetnâmelerini hep bu okuldan almış olduklarını görüyoruz. Fakat zamanla şehadetnâmesini bu okuldan alanların pek çoğunun bu ekolün öğretilerinden ve okulun verdiği derslerden ayrıldığı, ekolünü ve okulunu beğenmediği ya da ekol ve okulun rağmına hareket ettiği de maalesef bir realite olarak orta yerde durmaktadır.
İslam Dini’nin şartlarından birisi olan zekât vermek sadece bilinen anlamıyla dünya malının kırkta birini vermekten ibaret değildir. Hemen her şeyin zekâtının olduğu hakikatinden hareketle ilim erbabının ilminin zekâtını vermesi de bu şartın içerisindedir. Zekât vermek bir borcun ifasıdır, temelinde İslam’ın diğer şartlarında olduğu gibi Allah rızası esastır. Dünya malından zekâtını veren bir kişinin “Ben şu kadar zekat verdim “, “Kimse benim kadar çok zekat veremez “ , “Ben zekât vermeseydim toplumdaki ahenk bozulurdu “ v.b. yaklaşımları ne kadar yanlış ve esastan uzaklaşmaya matuf ise, aynı kaideler ilminin zekâtını vermekle mükellef olan ilim adamları , yazar ve çizerler açısından da aynıdır.
Ancak asrın hastalığı olan “Enâniyet “ ve “ Ben “ anlayışı bilhassa da ilim adamları, yazar ve çizerlerde kendisini daha fazla göstermektedir. Tek bir şey öğrendiğinde dahi her şeyi öğrenmiş edasıyla “ Ben bilirim “ havasına girmek, işte bu enâniyet hastalığının çok açık bir tezahürüdür. Toplumun ilim adamlarına, yazar ve çizerlere gösterdiği hürmet de iyi algılanıp, okunamadığı takdirde bu hastalığı tetikleyen unsurlardandır.
Yeni Asya ekolünden/okulundan mezun (!) olan talebeler de diğer tüm insanlar gibi asrın bu hastalığına maalesef çok rahatlıkla düşebilmekte, kendilerini ekolün ve okulun önüne koyarak lokomotif olduklarını iddia edebilmekte, “Ben herşeyi bilirim“ moduna çok kolay girebilmektedir. Ekolün olmazsa olmazı olan aynı zamanda da İslam’ın çok açık emri olan istişareyi ve istişare edenleri, dolayısıylada şahs-ı mânevîyi hafife almakta/ alabilmektedirler.
Oysa ki ekolün kurucusu olan ve kendisini de her daim talebe olarak vasıflandıran üstadları, otuz beş yaşında Şam ulemasının daveti üzerine gittiği Şam Emeviye Camii’nde irad ettiği hutbede; “Ey bu Cami-i Eme-vî’de bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim! Ben haddimin fevkinde, bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünkü size ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ulema bulunan cemaate karşı benim misalim, medreseye giden bir çocuğun misalidir ki, o sabî çocuk sabahleyin medreseye gidip, okuyup, akşamda babasına gelip, okuduğu dersini babasına arz eder. Tâ doğru ders almış mı, almamış mı? Babasının irşadını veya tasvibini bekler. Evet, bizler size nispeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin üstadlarısınız.“ demektedir.
Rabbim bizleri, bilhassa da yazar-çizer erbabını asrın “ Enaniyet “ hastalığından muhafaza eylesin. Ekolün öğretileri ve okulun derslerinin verdiği ölçülerden ve istikametten ayırmasın.