Savaştayken “Namazı sonra kılalım” diyenlere Hz. Ali (ra) “Uğruna savaştığımız değerleri ihmal ederek savaşmanın hiçbir anlamı yoktur” demişti.
O, bu tavrını, savaştayken bile Sahabelerini cemaat sevabından mahrum etmemek için onlara iki grup halinde namaz kıldıran Hz. Peygamber’den (asm) ders almıştı şüphesiz.
Asırlar sonra, Birinci Dünya Harbi’nde Kafkas Cephesi’nde Kur’ân’ın tek bir âyetinin tek bir nüktesini bile savaş hengâmesine feda etmeyerek İşârâtü’l-İ’caz gibi eşsiz bir Kur’ân tefsirinin vücuda gelmesine vesile olan ve mahkemede yargılandığı sırada kendisinden namazını sonra kılması istenildiğinde “Biz zaten namazın hukukunu müdafaa etmek için buradayız” diyen Bediüzzaman’ın da aynı kaynaktan beslendiği elbette muhakkak.
Peki, bunları niye zikrettik şimdi?
Hz. Ali’nin (ra) yazımızın başında aktardığımız sözünden hareketle “Uğruna yaşadığımız değerleri yıpratarak ya da yok sayarak yaşamanın bir anlamı var mı?” şeklinde bir soru sormak da mümkün.
Adalet-i mahzadan ziyade izâfî adaletle hareket edildiği günümüzde sözkonusu Nebevî ahlâka çokça muhtaç olunduğu aşikâr.
“Devletin siyaseti için” veyahut “vatan ve milletin selâmeti adına” denilerek nice hukuksuzluğa imza atmak, tâbir-i diğerle “Darbeler karşısında hukuku tesis etmek adına hukuka darbeler indirmek” garabetlerinin sergilenebildiği bir vasatta Hz. Ali’nin “Uğruna savaştığımız değerleri ihmal ederek savaşmanın hiçbir anlamı yoktur” sözünden çıkarılacak çok dersler var şüphesiz.
Esasında bu meselenin özünde bir “ihlâs imtihanı”nın yattığını söylemek de mümkün. Gücünü “ihlâsta ve hakta bilmek” mi, yoksa “maddî kuvvet”lerden mi medet ummak? Başka bir tabirle “hakka” mı, “kuvvete” mi istinat etmek? Ya da üstünler adına hukuku kendi kontrolüne mi almak, yoksa ön şartsız ve ama’sız bir hukukun üstünlüğünü mü savunmak?
Hz. Ali (ra), devlet idaresinde -Bediüzzaman’ın tabiriyle- “Ahkâm-ı diniye ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda etmek” şıkkını tercih ediyordu.
Onun bu tavrının altında “kuvveti” değil “ihlâs” şıkkını esas tutmak vardı. Bütün kuvvetini ihlâsta ve hakta bilen Hz. Ali (ra), “Kendi üzerine düşen vazifeyi yapıp neticeyi Allah’a havale etmenin” (tevekkül) rahatlığını yaşıyordu bir bakıma. İslâmın iki büyük ordusu karşı karşıya kaldığında, Müslüman kanı üzerinden yönetime talip olmanın bir mana ifade etmeyeceğini anlayarak hilâfet hakkından ferâgat eden Hz. Hasan da (ra) aynı çizgideydi elbette.
Aslında bu örneklerle Ehl-i Beyt çizgisinin bizlere şu sorgulamayı ders verdiğini de görüyoruz: Yarın rûz-i mahşerde, neden devleti ayakta tutamadığımızdan değil, neden hakkı tutup kaldıramadığımızdan sual edileceğiz. “Saltanatın bir kısım kanunları”ndan değil, Kur’ân’ın ezelden gelip ebede giden “kanun-u esasîleri”nden sorulacağız.
Şimdi yazımızın başına dönerek bir soru soralım:
Hz. Ali’nin, namazı ihmal ederek savaşmayı anlamsız görmesi gibi devleti yönetmenin de anlamsız kalabileceği zamanlar olabilir mi sizce?
Ya da şöyle soralım:
Devleti yönetmek sizce ne zaman anlamsız kalır? “Adalet namazı ihmal edildiğinde veya kıble şaşırıldığında” olabilir mi?
Adaletle hükmetmeden “devlete hükmetmenin” bir anlamı var mı sizce?
Ve son olarak Hz. Ömer’den (ra) bir söz:
“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız. Konuştuğunda doğru söylüyor mu, kendisine bir şey emânet edildiğinde emânete riâyet ediyor mu, dünyaya meylettiği zaman helâl-haram gözetiyor mu, ona bakınız.”
O halde tekrar soralım:
Beş vakit namaz tamam, ya “adalet”.