Yargının asıl görevi ve işlevi kanunda suç olarak tanımlanan ve topluma zarar veren fiillerin faillerini cezalandırmak, hak ve hukuk ihlallerini önlemek, adaleti sağlamak, mağduriyetlere meydan vermemek iken işleyişte tersi olur; hatta Bediüzzaman’ın “Zulüm adalet külahını giymiş” sözüyle ifade ettiği bir noktaya gelinirse, o toplumda barış, güvenlik ve huzur ciddî tehlikeye girer.
Özellikle hak gasplarını sudan gerekçelerle rutin uygulama haline getirmiş, kanun ve kural hakimiyetini rafa kaldırmış, keyfîlikte sınır tanımayan bir yönetim anlayışı bu tehlikeyi had safhaya çıkarır.
Baskıcı ve haksız uygulamalarla sürekli yeni mağdurlar üretilmesi ve hak arama yollarının da kapatılması ise, haksızlığa uğrayan kesimlerde yoğun tepkiler biriktirir.
Bu tepkilerin baskıları daha da şiddetlendirerek sindirilmek istenmesi gerilimi daha da tırmandırır. Terörü besleyip azdıran en önemli sebeplerden biri budur.
Tek parti ve darbe devirlerinde bu tecrübeleri son derece acı örnekleriyle çokça yaşayan Türkiye, şu dönemdeki keyfî OHAL uygulamalarıyla yine benzer sıkıntıların tekrarlandığı bir süreçten geçiyor. Hatta bu uygulamaların evvelce hiç görülmemiş çok vahim boyutlara ulaştığı görülüyor.
Merhum Demirel’in 2014 Şubat’ındaki son görüşmelerimizden birinde “rule of law,” yani hukukun üstünlüğü ve kanun hakimiyeti prensibini vurgulayıp bununla bağdaştırılabilmesi imkânsız keyfî uygulamaları “fetret” olarak nitelediği durum daha da katmerlenerek hâlâ devam ediyor.
Yeni Asya olarak muhatap olduğumuz son örnekleri Nur Ener’in haksız tutukluluğu, Risale-i Nur Enstitüsünün geleneksel Bediüzzaman paneli için sözleşme yaptığı salonların bilâhare gerekçesiz veya başkalarına uygulanmayan “güvenlik” bahanesiyle iptali ve İzmir’deki bir cezaevinde mahkeme kararıyla kaldırılan risale yasağını, yargıya da meydan okuyan hukuk tanımaz bir derebeyi edasıyla sürdürme ısrarından vazgeçilmemesi.
Biz bunlarla mücadelemizi yine hukuk içinde müsbet hareketle veriyor ve ülkemizde bu keyfîliklere geçit vermeyen bir hukuk anlayışına artık dönülmesini diliyoruz.
Risale-i Nur hizmeti şahsa değil, şahs-ı manevîye dayalıdır. En başta Üstad Bediüzzaman şahsını değil, eserleri ve meşvereti öne çıkarmıştır.
Üstad: “Benim sözümü ben söylediğim için hüsnüzan edip kabul etmeyin, mihenge vurun, altın çıktıysa kalpte saklayın, bakır çıktıysa reddedin.”
Batıyı topyekûn “İslam düşmanı ve Haçlı ordusu” olarak niteleyen bir söylem, Üstad Bediüzzaman’ın “Avrupa ikidir” yaklaşımıyla örtüşüyor mu?