Türkiye Bediüzzaman’ın yaşadığı, eserlerini yazdığı, iman hizmetini başlatıp kökleştirdiği ve Nur Talebelerini yetiştirdiği ülke olduğu için çok şanslı.
Demokrasiye İslam adına sahip çıkan; laikliğin dünya ölçeğinde bir prensip olarak benimsenmesinin din için silâhlı cihad devrini kapattığı içtihadında bulunan; buna mukabil yeni çağda cihadın manevî, fikrî ve ekonomik muhteva kazandığını belirten; devletle asla çatışmaya girmeyen, ama teslim de olmayan; her hal ve şartta barış ve asayişin muhafazası çağrısında bulunan; din adına siyaset yapılmasını ve iktidar kavgası verilmesini kesinlikle tasvip etmeyen; çalışmalarını iman temeli üzerinde milletin irşadında yoğunlaştıran Said Nursî’nin hizmet modeli Türkiye’yi hem çok büyük badirelerden korudu, hem de ülkemize çok şey kazandırdı.
Bu modelde öngörülen fikirlerin millete mal olması sayesindedir ki Türkiye, ihtilâlci tek parti zihniyetinin onca hoyratlığına rağmen, iç savaş ve çatışmalarla kanın gövdeyi götürdüğü bir ülke haline gelmedi; ama yumuşak ve barışçı bir geçiş sürecinde yanlışları tedricen düzeltebildi.
Bediüzzaman’ın din adına iktidar kavgasına girmekten ve silâhlı mücadeleden kaçınma ısrarının son derece önemli gerekçeleri vardı. Bunlardan biri, hak namına yola çıkıldığı halde çok dehşetli haksızlık ve zulümlere sebebiyet verilebileceği gerçeği idi.
Ve bunu Afyon mektuplarından birinde şöyle açıklıyordu (mealen):
“Ehl-i hak, hakkını kuvvet kullanarak savunsa, ya o da şiddetli zulümler irtikâb edecek veya mağlûp olacak. Çünkü mücadele ettiği taraf, bir-iki kişinin hatasıyla 20-30 kişiyi vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet uğruna sadece orayı vursa, 30 zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlûp durumunda kalır. Buna karşılık, misliyle mukabele etse hak namına dehşetli bir haksızlık eder.” (Şuâlar, 260)
Oysa Kur’an’a göre bir kişinin hatası veya zulmüyle başkası sorumlu olmaz. Bir gemide dokuz cani, bir masum olsa, canileri cezalandırmak için o gemi batırılamaz. Bir masumun hakkı, yüz cani için feda edilmez. Adalet-i mahza buna izin vermez.