Son şahitlerden Hakkı Yavuztürk'ün vefatının 8. yılında rahmet duâsıyla…
Hakkı Yavuztürk kimdir?
Hakkı Yavuztürk, 1934’de Kemaliye’de doğdu. Sağlık memurluğu yaptı ve bu alanda emekli oldu. 1952’de Risale-i Nur’u okumaya başlamış; Bediüzzaman’ı müteaddit defalar ziyaret edip, dersinde bulunmuştur. 5 Ocak 2007’de vefat eden Yavuztürk’ün kabri, Eyüp Sultan Mezarlığı’nda bulunmaktadır.
HATIRALARINDAN BİR DEMET
Hakkı Yavuztürk anlatıyor:
“…Büyük Üstad, gerek şahsî yaşayışı ve gerekse Risale-i Nur adlı eserleriyle ve hattâ en küçük tavır ve hareketleriyle İslâmı bütünüyle yaşamış, kendisini dinleyen ve eserlerini anlamış olanları İslâma bağlamış, Kur’ân’a ve Hazret-i Peygamber Efendimiz’e (asm) rapteylemiştir. Böyle mütefekkir ve her söylediğini yaşamış ve seksen küsur yıllık hareketli ve bereketli ömrüyle ve eserleriyle, değil yalnız şanlı Türkiye’mize ve mukaddes âlem-i İslâma; belki bütün âlem-i insaniyete ders vermiş, hizmet etmiş bir büyük zat, her akşamdan sora bir sabah olacağı kat’iyyetinde inanmaktayım ki; her cephe ve yönleriyle anlatılacaktır. Bu, onu anlayanların en büyük gayelerinden biridir kanaatindeyim.
“ÜSTADI İLK ZİYARETİM”
“1953 yılı İstanbul’un 500. Fetih yıl dönümüne yakın günlerde idi. Arkadaşlardan Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul’a geldiğini duydum. Bayezit Marmara Otelinde kaldığını söylediler. Onun ilk ziyaretine gittiğimde, Marmara Otelinin en üst katında kaldıklarını öğrendim. İkindi vakti sıraları idi, odalarında yoktular. O anda, hizmetlerinde bulunan Ziya Beye ziyarete geldiğimi bildirince, beni daha önce tanıdığından, Üstad’ın otelin taraçasında (damında) olduğundan bahisle kendisine duyuracaklarını, müsaade ederlerse görüşebileceğimi söyledi.
“Bekledim. Müsaade almış olsa gerek ki, biraz sonra beraberce taraçaya çıktık. Hiç unutmam, Bediüzzaman Hazretlerini elinde bir dürbün, Marmara Denizinin Adalar istikametine baktıklarını gördüm. Dama daha önce kurulmuş sandalyeler vardı. Beni orada kabul ettiler. Ellerini öptüm. Oturmamı söylediler.
“Beraberce oturduktan sonra, ne iş yaptığım, nereli olduğum hakkında sordular. Talebe ve Erzincan’ın Kemaliye kazasından olduğumu söyledim. Hitap ederlerken, ‘Kardeşim’ demeleri ve davranışlarındaki sâdelikleriyle mi yoksa, bilmiyorum ama, bendeki ilk heyecanlı hâl gitmiş, yerini dikkatle dinlemek almıştı. Belki Şark tarafından olduğumu söylememden olsa gerek ki; hangi aşiretten olduğumu da sordular. Aşiretin o anda tam mânasını bilmiyordum. ‘Türküm’ diye cevap vermiştim. Bana iltifat ettiler. Risale-i Nur’u anlayarak okuyan talebelerinin dalâlet fırkaları da hücum etse, sarsılmayacaklarından, Risale-i Nur’dan aldıkları iman kuvvetiyle onlara karşı koyacaklarından, Risale-i Nur’un Kur’ân’a dayandığından bahsettiler. (...)
“Ben o zaman ağdalı üslûp ve şivelerine alışık olmadığım için, anlamakta müşkilat çekiyor, ancak pür dikkat can u gönülden dinliyordum. Beni ‘talebeliklerine kabul ettiklerini ve Risale-i Nur’u okumamı’ söylediler.
“Üstad Hazretlerinin elini öperek Marmara Otelinden ayrılırken, ben, âdeta bir kuş gibi hafiflemiş olarak uçarcasına ayrılmıştım. Bu benim, o İslâm kahramanı ve çok şefkatli Üstad’ımı ilk ziyaretimdi.”
(Son Şahitler, 4. Cild, s. 427)