"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Bir entellektüel olarak Abdulkadir Badıllı

30 Aralık 2014, Salı
(Risale Akademi, AKAV ve Şanlıurfa Belediyesi’nin 24 Şubat 2013 tarihinde Şanlıurfa’da düzenlediği Abdülkadir Badıllı Paneline sunulan tebliğ)

“Bir dane-i hakikat, bir harman hayalâta müreccahtır.” (Said Nursî)

GİRİŞ;

Harran’ın bereketli toprakları su ile buluştuktan sonra daha da bereketlendi ve güzelleşti. Harran ovasında, hele hele bahar aylarında geçiyorsanız, adeta yeşil bir deryanın içerisinde yürüyorsunuz. Yeşilin tüm tonları gözleriniz gibi ruhunuzu da dinlendiriyor.

Bir an için “hayatın kaynağı” olan suyun Harran ovasından çekildiğini farz edelim. Ya da Kur’ân’ın tabiri ile “aniden bütün suyunuz toprağın altında yok olup gitseydi” ne olurdu?  (67/Mülk: 30). Bu yeşil derya kurur, Harran çöle döner, ya da Arap çölleri Anadolu’nun kalbine kadar uzanırdı.

Abdulkadir Badıllı memleketimizin çöle dönüştüğü; Türkiye’nin maddeten ve mânen “fakir” olduğu bir dönemde Urfa merkeze bağlı Akziyaret nahiyesi Şeyh Zeliha Köyünde 1936’da dünyaya geldi.  Medeniyetimizin dili olan Arap harflerinin yasaklandığı, asırlarca ilim-irfan nurunu neşreden medreselerin kapatıldığı, tekke ve zaviyelerin kapısına kilit vurulduğu; ezan-ı Muhammedi’nin bile Türkçe okunduğu bir dönemde yetişti. Yeni kurulan Cumhuriyet köyüne okul bile yapmamıştı. Allah’ın mahiyetine derc ettiği meleke ve kuvvelerin neşv-ü neması için ilim, irfan ve iman dersine muhtaç bu aziz insan en yakınındaki kandillerden başlayarak aydınlanma yoluna koyuldu. Köyünde formal eğitimini alacak okul yoktu. İmkânsızlıklara rağmen, kadim kültürümüzle bağını sağlayacak Osmanlıcayı öğrendi ve eline geçen kitapları okumaya başladı. Dünya tarihindeki birçok örneği gibi, kendi kendisini yetiştirmek üzere bir ömür boyu sürecek bir yolculuğa çıktı. İlim-irfan adına kimle karşılaşırsa ondan bir şeyler öğrenmeye çalıştı. Kur’ân, ilmihal ve tecvid gibi dinî konuları köy hocalarından öğrendi.

İbrahim’i bir ruh ile çıktığı bu yolda her şeyi soruyor, sorguluyor ve eleştiri süzgecinden geçiriyordu. Ulaştığı sonuçları “altın mı, bakır mı?” diye tartmadan kabul etmiyordu. Onun şaşmaz ölüçsü ise üstadının “bir dane-i hakikat, bir harman hayalâta müreccahtır” sözüydi.

Badıllı Ağabey, Üstadın Urfa’ya gönderdiği talebeleriyle karşılaşıp, tanışınca onların yanına taşındı ve Rıdvaniye Camii medresesinde 7 yıl birlikte kaldı. Başka bir ifade ile bu arayış onu önce Nur Risalelerine, daha sonrada müellifin kendisine götürdü. 1953 yılında üstadı ziyaret etti. Yaklaşık bir saatlik süren görüşmeden sonra çok şey değişmişti. Badıllı Ağabey bunu “kendimde sanki dünyayı fethedebilecek bir iktidar ve cesaret hissediyordum” diye ifade eder. Bütün dünyası aydınlanan Badıllı hiçbir resmi eğitim almadan okumalarına, araştırmalarına ve yazmaya devam etti; dünyadaki birçok örneği gibi “kendi kendini eğitti” ve yetiştirdi.

Tarihte siyasi, ekonomik ve kültürel olumsuzluklara meydan okuyarak kendini eğiten ve yetiştiren birçok devlet adamını, bilim adamını ve edebiyatçıyı görüyoruz. Bu insanlar “öğrenme aşkının önünde hiçbir engelin duramayacağının da iyi örnekleri” olarak günümüzde bizlere rol modeli olmaya devam ediyorlar. Birkaç örnek vermek gerekirse;

Abraham Lincoln (1809-1865) sadece bir yıl okula devam edebilmiş, daha sonra kendi kendini yetiştirmiştir. Hatıratında bazen bir kitap bulmak ve okumak için kilometrelerce yürüdüğünü ve elde ettiği kitapları iyice anlayıp hazmetmeden elinden bırakmadığını yazar. Hukuk Fakültesini dışarıdan bitiren bu zat daha sonra ABD Başkanı olmuştur.

Albert Einstein’ın (1879-1955) kendi kendini yetiştiren bir ilim adamı olduğunu çok az kişi bilir. 

Dünyanın en büyük romancılarından biri olan Tolstoy (1828-1910) üniversiteye girmiş ancak bitirmeden ayrılmıştır. Ancak onun da gece ve gündüzlerini sürekli okuma, araştırma ve yazma oluşturmuş; bu şekilde dünyanın en büyük edebî şahsiyetleri arasına girmiştir. 

Yine 1925 Nobel edebiyat ödülünün sahibi George Bernard Shaw (1856-1950) çok az okula devam edebilmiştir. Onun kendi kendini yetiştirmesinin anahtarı ise çok yoğun okumaları, okuduğunu öğretmesi ve tartışmalara katılmasıdır. 

Hepimizin yakında tanıdığı Amerikalı siyahi Müslüman lider merhum Malcolm X , (1925-1965) 20. Yüzyılda Amerika’da etkili olmuş en önemli liderlerden birisidir. Onun etkisi ile Müslüman olmuş yüzlerce kişi ile tanıştım. Malcolm X, ailevî sebeplerle okulu terk etmiş ve bir çete lideri iken işlediği adi suçlardan hapishaneye düşmüş ve burada İslâm’la şereflenmiştir. Müslüman olduktan sonra hayatı değişen ve cehaletini keşfeden Malcolm X, geceli gündüzlü çalışarak Amerikan tarihinin en etkileyici hatiplerinden ve siyasi kişilerinden birisi olmuştur.

Bu listeye daha birçok devlet, siyaset ve edebiyat insanını ilave edebiliriz. Ancak bizim üzerinde durduğumuz A. Badıllı’nın bunlardan değil de kendi geleneğimizden etkilendiğini düşünüyoruz. Onun için en iyi örneklerden birisinin üstadı Bediüzzaman Said Nursî olduğu görülüyor.

Resmi eğitimi birkaç ayla sınırlı olan Molla Said, daha gençliğinden itibaren sürekli okuyan, okuduğunu ezberleyen ve dahası ezberlerini de belli bir süre ve aralıklarla sürekli tekrarlayan birisidir. Sürgün ve hapis edildiğinde okumalarına ara vermemiş; bir yandan ezberindeki Kur’ân, diğer yandan kitab-ı kebir-i kâinat onun sürekli okuduğu kitaplar olmuştur. Bu okumalardan Risale- Nur külliyatı ortaya çıkmıştır. Burada ilginç olan, üstadın kendi yazdığı kitapları defalarca okuyarak, yeni yeni anlamlar keşfettiğini bizzat kendisi ifade etmektedir.

Entelektüel ve Aydın

Merhum Cemil Meriç haklı olarak “aydını diplomayla tarif etmenin” yanlış olduğunu vurgular. “Entelektüel belli bir eğitimden geçecek” ama “bu eğitimin sınırları ne?” diye sorar.  Ulaştığı sonuç açık ve nettir: “Yarı” okumuşlar, “ebedi öğrenciler”, kendi kendilerini yetiştirenler de entelektüeldirler; yeter ki bilgilerini sindirmiş olsunlar ve yaptıkları iş kafa faaliyetine dayansın”.

Bu açıdan bakınca Abdulkadir Badıllı “Türkiye’deki siyasi, dini ve etnik tartışmalara farklı, eleştirel ve muhalif cevaplar üreten; irfan hayatımızın zenginleşmesine ve renklenmesine katkı yapan bir fikir işçisi” olarak karşımıza çıkar. Tabii, bu fikir işçilerinin diğer bir ismi daha var: Aydın veya münevver. 

Bu kavramlar ilk bakışta eş anlamlı görünse de ehli için nüanslar kaçınılmaz. Örneğin, aydın derken aydınlığın kaynağı müphem kalıyor. Ancak Osmanlı kültür hayatında kullanılan “münevver”, yani nurlanmış veya aydınlanmış kavramında aydınlanmanın kaynağına gönderme var. Ancak konumuz bu değil. Ayrıca aydınla ilişkili olarak görülen ve kullanılan diğer bir kavram da entelektüel kavramıdır. Bu kavram, 19. yüzyılda Batıda kullanılan (intellectual) kavramının karşılığı olarak, zihni veya akli yeteneğiyle, sorunlara çözüm arayan kimse anlamına gelmektedir. Entelektüel kavramının; aydın kavramının içeriğinden farklı olarak kişisel olana yönelik çağrışımları ağır basarken, aydın sözcüğü daha toplumsal ve işlevsel bir göstergeye sahiptir (Günay, 1995). 

Bu noktada entelektüellerin yaşamının düşün boyutunun, eylem boyutunun her zaman önünde yer aldığı söylenebilir. Nitekim Cemil Meriç, entelektüeli, “dünyayı her gün yeni baştan kurabileceğine inanarak hareket eden kimse” olarak tanımlarken bu boyutu vurgular (Meriç, 1996). Bu açıdan bakılınca “entelektüelin” araştırıcı, sorgulayıcı ve eleştirici vasfı yanında, doğru olduğuna inandığı değerlerini, ilkelerini toplumsalın önüne çıkartarak öncül işlevini gören, iktidarların her türlü yaptırımlarına boyun eğmeden, işi sonuna kadar götürebilen cesur kişiliği ortaya çıkar. 

Antonio Gramsci “bütün insanlar entelektüeldir ama toplumda herkes entelektüel işlevini göremez” derken aslında gerçek bir entelektüel duruşun çerçevesini de çizer (Gramsci, 1986). Edward Said ise entelektüeli toplumda taşıması gereken misyonu açısından tanımlar. Edward Said’e göre ise entelektüel ‘’belli bir kamu için ve o kamu adına bir mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi, ya da kanıyı temsil etme, somutlaştırma, ifade etme yetisine sahip olan bireydir” (Said, 1995).

Batı’da Aydınlar hakkında ilk kapsamlı eleştiri XX. yüzyılın başlarında Julien Benda tarafından yapılmıştır. “Benda’nın tanımına göre gerçek aydınlar kazığa bağlanıp yakılma, sürgüne gönderilme, çarmıha gerilme riskine girmek durumundadırlar. Bu yüzden de sayıları çok olamaz, gelişimleri belli bir rutine bağlı olamaz... Benda’nın tasarladığı biçimiyle gerçek aydın imgesinin hâlâ çekici ve güçlü bir imge olduğuna benim şüphem yok” (Benda, 2006). Burada Benda adeta İtalyan filozof ve şair Giordano Bruno’u benzeri entelektüelleri tanımlamaktadır. 

Rahip olmasına karşın en sert kelimelerle kiliseyi ve hatta dini eleştirmekten korkmayan Bruno, hiçbir yerde kalıcı olarak yaşayamaz, sürekli gezmek (gerçek anlamıyla kaçmak) zorunda kalır. Cenevre, Güney Fransa, Almanya, Zürih, Paris ve Londra’da devam eder yaşamına. Bu kaçışlar sırasında maddi sıkıntı da çeken Bruno, yoksulluğun hayatın en yalın hali olduğunu söyler. Ona göre yoksulluk hayatın en makyajsız en gerçek halidir.

1582 yılında Sorbonne Üniversitesi’nde bir kürsü elde eder. Bir İtalyan aristokrat tarafından davet edildiği Venedik’te Galileo Galilei ile tanışır. Mocenigo adlı bir aristokratla çatışınca, onun tarafından Engizisyon’a teslim edilir. Ona, düşüncelerinden vazgeçmesi ve sonsuz evren görüşünün din sapkınlığı olduğunu kabul etmesi durumunda kilise tarafından affedileceği söylenir. Ama o düşüncelerini inanarak savunmaya devam eder. Engizisyon mahkemesi, baskılar sonunda düşüncelerinden döneceğini umarak yargılama süresini uzun tutar ve yaklaşık 7 sene (2555 gün ve 2555 gece) gördüğü bütün işkencelere karşın, görüşlerinden taviz vermez ve ölüme mahkum edilir. Aslında kilise de hata yaptığının farkındadır ama itibarını zedelemek istemediği için ölüm kararını alır. Düşüncelerinin arkasında durduğu gibi ölüm kararının karşısında da dimdiktir Bruno; “Siz bu hükmü okurken korkuyorsunuz fakat ben dinlerken korkmuyorum” der.

17 Şubat 1600’de, Roma’nın ünlü meydanı Campo De Fiori’de, dili koparılarak, canlı canlı yakılmıştır.19’uncu yüzyılın sonlarında ise meydanın aynı yerine bir heykeli dikilmiştir.

Kiliseden ve çoğunluğun düşündüğünde farklı bir anlayışa sahip olduğu için Engizisyonda yargılanan ve yakılarak idam edilen Bruno’nu şi sözleri bu bağlamda anlamlıdır:

“Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.”

“Benda’nın anlattığı entelektüeller alelâde insanlar ya da sıradan oku’muşlar gibi maddi kazançla ilgilenmezler. Şahsi çıkar peşinde koşmak, ikbal ve mevki gayreti içinde olmak onların işi değildir. Onlar siyasal iktidarın yakını olmak için el etek öpmezler. Güçlünün uydusu değil, zayıfın savunucusudurlar. Zengin sofralarından yemlenmek için şakla-banlık yaparak kralın soytarısı rolüne soyunmazlar... Siyasal iktidarın kusur’larını, otoriteyi kötüye kullanmasını kınarlar ve bunu topluma haykırırlar. Onlar, iktidarın hizmetlisi değildir. ...Onlar satılık değildir, kalemlerini de ödünç vermezler. İşte, bu kabilden özelliklerle bezediği entelektüellerin dönemin siyasi gelişmeleri karşısında ilkesiz davranışlarının yarattığı infialle Benda sözünü esirge’memiş ve ‘aydın ihanetinden’ söz edebilmiştir.” Tüm bunlarda hareketle, Abdulkadir Badıllı’nın entelektüel kimliğini daha iyi anlayabiliriz diye düşünüyorum. 

Merhum Cemil Meriç bir gün kendi kendine sorar: “Kimim ben?” 

Bu soruya yine kendisi cevap verir: “Hayatını, Türk irfanına adayan, münzevi ve mütecessis bir fikir isçisi.” Aynı soruyu konumuz bağlamında “kimdir bu Abdulkadir Badıllı? ” diye sorabiliriz. Ziya Paşa’nın edebi ve hikmetli ifadesi ile:

“Âyînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz

Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”.

Biz de eserlerinden ve bu eserlerin yazıldığı zaman ve zeminden hareketle Badıllı Ağabey’idaha iyi tanıyabiliriz.

Bir ömür boyu, özellikle de, Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur endeksli çalışmış; bu konuda cemaat arasında bile kabul gören ezberleri bozmuş; “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilemez” ilkesi ile doğruyu bulmak ve delillendirmek için büyük gayretler sarf etmiştir. Anadili Kürtçe olan Badıllı, Türkçe, Arapça, Farsça ve Osmanlıcayı kendi gayretleri ile öğrenmiş; Arapçadan Türkçeye başta İşaratu’l-İ’caz ve Mesnevî-i Nuriye olmak üzere çok değerli tercümeler yapmıştır. Bu tercümelerin dili ve tekniği tartışılabilir; ancak bu konuda bazı tabuların olduğu; daha doğrusu “bu eserlerin Üstad zamanında yapılan tercümeleri var, yenisine gerek var mı” diye düşünenlere karşı; tam bir entelektüel olarak cevap vermiştir. Filhakika, elimizdeki mevcut tercümeler Arapça asıllarının aynı değildi. Zaman ve zeminin şartları ile bazı bölümler ve paragraflar atlanmış veya daha sonra tercüme edilir diye ihmal edilmişti. A. Badıllı o zamanın geldiğini ve kendisini de bu tercümeye yapabilecek ehliyet ve kudrette olduğunu gösterdi. “Benden daha layık olanlar yapar” kolaycılığına kaçmadı. Ya da mektep ve medrese ehlinin yapacağı eleştiriler onu vazgeçirmedi. Bu tavrının temelinde hakikate olan saygı ve sevgi, diğer boyutunda ise okuyucuya duyulan saygı vardır. Buna hayatında üç kez ziyaret ettiği merhum üstadına olan muhabbet ve saygısını da eklemek lazım. 

Yukarıda entelektüeli tanımlarken “araştırıcı, sorgulayıcı ve eleştirici” olmanın yanında, “doğru olduğuna inandığı değerlerini, ilkelerini toplumsalın önüne çıkartarak öncül işlevini gören, iktidarların her türlü yaptırımlarına boyun eğmeden, işi sonuna kadar götürebilen cesur kişiler” demiştik. Bu ölçülerin A. Badıllı için fazlasıyla geçerli olduğunu görüyoruz. Hayatı boyunca sadece despot idarecilere karşı dik durmadı. İçerisinde yetiştiği; büyük hürmet duyduğu ve “abi” dediği insanlara olan muhabbetini korurken, muhalif ve farklı görüşlerini dillendirmekten, yazmak ve dahası yayınlamaktan geri durmadı.

Foucault’nun deyimiyle Badıllı bir ömür boyu “amansız bir vukufla” ve kılı kırk yaran eleştirel bir ruhla alternatif kaynakları taradı, gömülmüş belgelerin günışığına çıkarılmasına, unutulmuş (ya da terk edilmiş) tarihlerin diriltilmesine tanıklık etti. Bugün Said Nursî ve Risale-i Nur iman hareketi ile ilgili daha çok bilgi ve belgeye sahipsek bunda Badıllı Abinin entelektüel kimliğinin katkısı tartışılamaz diye düşünüyorum. 

Bizzat üstadın nezaretinde hazırlanmış ve tashihinden geçmiş Tarihçe-i Hayat varken, Musfassal Tarihçe-i Hayatı yazdı; bilmediğimiz bazı noktalara ışık tuttu ve gün yüzüne çıkardı. Risale-i Nurun kaynakları konusunda ilim ehlinden gelen istifhamlara, İslâm ilim geleneği çerçevesinde özgün cevaplar sundu. 

Burada bir kez daha vurgulanması gereken diğer bir nokta ise, A. Badıllı’nın kendi kendisi yetiştirmek için sürdürdüğü ömürlük mücadeledir. Bazen Cemil Meriç”in bahsettiği gibi fildişi kulesine çekilmiş, bazen cemaat ve cemiyetlerde farklı fikirleri ile arz-ı endam etmiş. Ancak Türkiye’de tartışılan ciddi konularda suskun kalmamıştır. Bazen “mektepli” ve “devlet memuru” aydınların eleştirisine maruz kalsa da, özde muhalif ve eleştirel tutumunu değiştirmemiştir. Aslında dünya tarihine baktığımızda bunun birçok örnekleri var. Ancak bizde umumiyetle aydınlar “devlet memuru” olduğu için bu daha da zor. Hem Osmanlıda, hem de Cumhuriyet döneminde aydınlar devleti memuru olma hesabıyla geniş kitlelerin sözcüsü ve vicdanı olamamışlardır. Bunun aykırı bir örneği, A. Badıllı’nın kendisine “üsvetun hesene” (en iyi örnek) olarak aldığı Bediüzzaman Said Nursî’dir. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminin liderleri ile olan görüşmelerindeki duruş ve vakarı ile hayatı boyunca “müsbet hareket” olarak tavsif ettiği sivil itaatsizlik tavrı bunun güzel bir örneğidir. Merhum Said Nursî devletin maaşlı “aydını” olma yerine, devletin zorunlu sürgünü ve mahkûmu olmayı tercih etmiş; ilkelerinden zerre kadar taviz vermemiştir.

Said Nursî, Benda’nın tanımına tam da uyan bir örnek olarak “hapsedilmeyi, sürgün edilmeyi, idam edilme” riskini göze almış; ancak inandığı dâvâyı sahiplenmekte ve dahası bunu el yazısı ile çoğaltıp önce Anadolu’yu, sonrada insanlığı aydınlatma görevinde bir an bile geri durmamıştır. Bu tür aydınlar oldukça hiçbir karanlık sürekli olmayacak; hak ve hakikatin ışıkları ebediyen hâkim olacaktır. Kanaatimce hakiki aydınların görevi haki ve hakikat tercüman olmak; doğruya ulaşmak için her şeyi göze almak ve ulaştıkları doğru bilgileri toplumla paylaşmaktır. Başlarına ne geleceği onların umurunda değildir. Batı dünyasında Sokrates, Bruno, Galileo; İslâm dünyasında İbn Teymiyye, Ahmet b. Hambel, İmam Rabbani, Seyit Kutup, Said Nursî ve adını anamadığımız birçok münevver ve entelektüel doğrunun safında yer alarak; doğruyu sahiplenme ve toplumu hak ve hakikat ekseninde inşa etmede saf tutmuşlardır. A. Badıllı’nın entelektüel boyutunu vurgularken, bunu sadece şahsi ve kişisel bir meziyet olarak değil; tarihe not düşülmesi gereken önemli bir olay olarak görüyorum. 

Dahası, A. Badıllı’nın adeta hemşerisi Hz. İbrahim’in, kendi toplumunun tabularına ve putlarına “hak ve hakikati” bulma adına karşı çıkışını kendine örnek aldığını görüyoruz. Bu sorgulamayı Allah’a kadar götürdüğünü görüyoruz. Hz. İbrahim’in “ölüleri nasıl dirilteceği” konusunda Allah’tan “delil” istediğini ve “Ey Rabbim! Ölüye nasıl hayat verdiğini bana göster!” dediğini; Allah’ın “yoksa inancın yok mu?” diye sorması üzerine İbrahim’in verdiği cevap “meyl-i taharri-i hakikat” ile hareket eden herkese düstur olacak niteliktedir: “Elbette inanıyorum; ama kalbimin de tatmin olmasını istiyorum” (Bakara: 260). 

Sonuç olarak, Abdulkadir Badıllı birçoğumuzun “kalbi tatmin olmadan” kabul ettiği veya ediyor gibi göründüğü bazı konuları bir ömür boyu delil ve belge ekseninde araştırmış ve yazmıştır. Bizlere yeni bilgiler sunmuş; karanlıkları aydınlatmış; bilgi ve belge temelinde bizleri aydınlatmış önemli bir entelektüel olarak karşımızda durmaktadır.  Cumhuriyet tarihimizin dini cephesi onun yaptığı katkılarla daha aydınlık ve anlamlıdır. 

Kendisine Cenab-ı Hak’tan sonsuz rahmet diliyorum.

Prof. Dr. İbrahim ÖZDEMİR 
Kurucu Rektör, Hasan Kalyoncu Üniversitesi

Kaynaklar:

Badıllı, Abdülkadir. Mufassal Tarihçei Hayatı, İstanbul: İttihad Yayınları, 1998.
Benda Julien, Aydınların İhaneti, Çeviren: Cem Soydemir, Haziran 2006.
Duman, M. Zeki. “Türkiye’de Aydın-İktidar İlişkisi”, Düşünen Siyaset, Mayıs 2006. 
Gramsci, Antonio. Hapishane Defterleri, (Çev.:Kenan Somer), Sol Yay., 1986.
Günay, Ertuğrul, “Aydınlar, Devlet ve Demokrasi”, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, (hzl. Sabahattin Şen), İstanbul, 1995.
Meriç, Cemil. “Aydın”, Hisar Dergisi, Sayı 142, Ekim 1975. 
Nursi, Bediüzzaman Said, Muhakemat, Sözler, İstanbul, 1958.
Nursi, Bediüzzaman Said. Asar-ı Bediiyye, , Ter.: Abdülkadir Badıllı, İstanbul: İttihad Yayınları - Elmas Neşriyat, 2004.
Said, Edward. Entelektüel, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1995

Okunma Sayısı: 2787
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Külhan Bey

    30.12.2014 09:51:27

    Her ne kadar bu kurumlar RNE'ye alternatif olmak için ortaya çıkmışsa da, bizim çalışmamamız sebebiyle bunu başarsalar da; Nur hizmeti konusundaki yaptığı çalışmaları paylaşmanız hoş olmuş...

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı