Pencere, gökyüzü, jiletli tel, telefon saati, mektup günü, ilk ziyaret haftası, revir günü, hesaptaki paranın hesaplanması, annelerin gözyaşları, çocukların korku dolu bakışları, demir kapının kapanırken ve açılırken çıkardığı ses, Yeni Asya’nın Lâhika sayfasında yayınlanan “Risale-i Nur’dan Cezaevi Mektupları” köşesini altını çizerek okuyan simalara düşen ışık, Mağdur Kürsüsü’nü okurken nemlenen ve seher vakti yaşlı gözlerle duâya açılan eller.
İşte böyle vakitlerde kelimeler, bu anahtar kelimelerin ortasında sese dönüşmeden içimizde kırılıyor ve kalbimize saplanıyordu.
Anlıyorduk ki zamanı tanımak işte tam da buydu.
Kendi vadisinde bir ırmak hızıyla akarken dakikalarına yetişemediğimiz zamanı artık çok iyi tanıyorduk.
Çünkü yazdığımız mektubu göndermek için yedi gün, telefon etmek için on beş gün, sımsıcak bir kucaklaşma için tam altmış gün bekliyorduk. Kitaptan mahrum olmanın ötesinde Kur’ân-ı Kerîm talebimizin karşılanması bile aylar sonra olmuştu.
Beklerken öğreniyorduk. Öğrenmek, zamanın nasıl geçtiğini ve geçmediğini öğrenmek zor muydu diye düşünüyor insan.
Mazlûm olunca, mağdur olunca, her işi O’na havale edince ve neticeyi O’ndan bekleyince aslında zor olmuyordu hiçbir şey.
Makul bir şüphe, karanlık bir yorum, meçhul bir iltisak, soyut deliller, adını emniyet sorgusunda duyduğumuz bir mesajlaşma programıyla değerli olduğunu düşündüğümüz bir çok şeyin aslında ne çok şeyin dışarıda kaldığını düşünüyorduk.
Değer verdiğimiz ya da önceliklerimizin önüne koyduğumuz her şey dışarıda, demir kapıların ve kale gibi bizi kuşatan resmî elbiseli jandarmaların üzerinde gezdiği duvarların ötesindeydi.
Dışarıda esaslı bir yağmur vardı.
Hafız Adem ağlayarak ilk bayramın, Kurban Bayramı’nın duâsını yapmıştı.
Mazlûmduk, mağdurduk, iftiraya uğramıştık. Kurbandık.
O, yaz bütün yağmurlar içimize yağmıştı.
Ve asrın Müceddidi, Mektubat’ın sayfaları arasında sesleniyordu seher vakti koğuşta ağlayanlara “Sabrın mükâfatı zaferdir. Sebatın mükâfatı galebedir.”