Aidiyet; birine, bir yere ait, mensup olma, ilişkinlik, mensubiyet vb. anlamlarına geliyor. İnsan yaratılışı gereği ya isteyerek ya da insanî ilişkiler sonucu bir yerin, grubun içine girmek, oraya ait olmak zorunda kalır. Bu durum, genellikle fıtri bir ihtiyaç sonucudur.
Devir devir insan, farklı aidiyetler edinir. Bir vatana ait olmak, bir millete ait olmak, bir aileye, okula, fabrika veya şirkete ait olmak gibi bir dine, mezhebe, tarikata, bir partiye, bir derneğe veya bir cemaate bağlanmak, ait olmak veya mensubu olmak gibi aidiyetler etrafımızı çevreler.
Yukarıda sıraladığımız aidiyetlerin bir kısmında, doğum anından itibaren kendimizi, isteğimiz dışında buluruz.
Bir kısmında ise, toplum içinde yaşarken ve belli alışkanlıklar çerçevesinde ister istemez yer alırız.
Öyle aidiyetler de vardır ki, şuurlu ve istekli olarak orada bulunuruz.
Hangisi olursa olsun, her bir aidiyet, kişiliğimizde, davranışlarımızda, düşünce ve hislerimizde farklılıklar oluşturur, farklı değerler katar.
Hayat görüşümüz, olaylara karşı tepkilerimiz ve çözümlerimiz aidiyetlerimize göre değişik şekillerde olur.
Aslında, bir yere/gruba bağlanmak, yani aidiyet, insan olmanın bir gereğidir. Bu aidiyetin sonucu/etkisi, ait olduğumuz yere/şeye bağlıdır. İyi sonuç da verir kötü sonuçlar da doğurabilir.
İlk aidiyetimiz, yaratılmış bir varlık olarak Hâlık-ı Külli Şey olan Allah’adır. Onun içindir ki, Üstad Said Nursi şöyle diyor; “Her bir zîhayat, öyle bir Malik-i zülcelâl’e mensubiyeti ve memlûkiyeti cihetiyle, nazarımda binler derece bir ehemmiyet, bir kıymet kesbettiler. Çünkü madem herkes efendisinin şerefiyle ve mensup olduğu zatın makamıyla ve şöhretiyle iftihar eder, bir izzet peyda eder; elbette nur-i iman ile bu mensubiyetin (aidiyetin) ve memlûkiyetin inkişafı suretinde, bir karınca bir Firavun’u o mensubiyet kuvvetiyle mağlûp ettiği gibi, o mensubiyet (aidiyet) şerefiyle dahi, gafil ve kendi kendine malik ve başıboş kendini zanneden ve ecdadıyla ve mülk-i Mısır ile iftihar eden ve kabir kapısında o iftiharı sönen bin Firavun kadar iftihar edebilir. Ve sinek dahi nemrut’un sekerat vaktinde azaba ve hicaba inkılâp eden iftiharına karşı kendi mensubiyetinin şerefini irae edip, onunkini hiçe indirebilir.” (Şualar, 2. Şua)
İkinci aidiyetlerimiz/mensubiyetimiz, dini yönden olmaktadır. Hıristiyanlar nasıl ki Nasrani veya İsevi diye isimlendiriliyorlar, Yahudiler de Musevi olarak isimlendirilmektedirler. Görüldüğü bu isimlendirmeler peygamberlerin ismine göre oluyor. Müslümanlar da Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm)’a izafeten ‘Muhammedi’ olarak isimlendirilmektedir.
Müslüman olmak hasebiyle, yani İslamiyet’e olan aidiyetiyle, kişi, diyebilir ki; “..Benim Hâlıkım, bu dünyayı bana hane yapmış; güneş benim lambamdır; yeryüzü çiçekli miçekli halılarla serilmiş bir beşiğimdir.”
Başka bir aidiyetimiz de, Risale-i Nur’a olan aidiyetizdir. “Şeriat-ı Garra-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın hakaikına, ruhuna nüfuz etmenin en kısa, en hatarsız, en zevkli tariki, Risale-i Nur’a intisapladır. Evet, bahtiyar odur ve ona derler ki: Risaletü’n-Nur’a intisap etmiş, bütün mü’minleri kendisine tam hakikî kardeş bilip bu zulmetli asırda iman-ı tahkikî nuruyla cadde-i kübra-i Ahmediyeyi (asm) buluyor. ” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî))
Kendini Risale-i Nur’un hakiki ve sadık bir talebesi olan kişi ise, bu aidiyetiyle, “..diğer şakirtlerin(talebelerin) mabeyinlerindeki(aralarındaki) düstur-u esasiye olan iştirak-i amal-i uhreviye kanunuyla ve samimi ve halis tesanüd sırrıyla her bir hakiki şakirt, bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar eder ve böylece necata müstehak olur (inşallah).” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî))