Avrupa'da Jön Türk (Fr. Jeunes Turcs) diye isimlendirilen Ahrâr-ı Osmaniye hareketinin en öncelikli talebi fikir hürriyetinin sağlanması ve bunun garanti altına alınmasıydı.
Ardından, sırasıyla meşrûtiyetin ilân edilmesi, padişahın yetkilerine sınırlama getirilmesi, farklı siyasî eğilimlere fırsat tanınması, yeni bir anayasanın (Kànun-i Esâsî) hazırlanması ve parlamentonun tesis edilerek buna işlerlik kazandırılmasıydı.
Esasında “dâhî edibler” ve istikbâli gören basiretli zâtların da içinde bulunduğu bu fikrî hareket, olabildiğince gizli şekilde yürütülüyordu. Bir cihette “sırrân tenevveret” kàidesine uyulmaya çalışılıyordu. Ne var ki, bir siyasî fikrin uzun müddet gizli kalabildiğini beşer tarihi kaydetmiyor.
Nitekim, burada da durum aynen öyle oldu: Bir müddet sonra, devlet ve hükümet erkânı tarafından varlığı fark edilen bu yeni fikir hareketini boğmaya, dağıtmaya, hiç olmazsa bertaraf etmeye yönelik baskıcı teşebbüslere tevessül edilmeye başlandı.
İşte, bu fikir hareketinin en itibarlı ve en yılmaz savunucularından biri olan Namık Kemal, bilhassa Tavsir-i Efkâr gazetesinde neşrolan yazılarından dolayı çok ağır tazyiklere maruz kaldı. Tazyiklerin had safhaya varması karşısında ise, daha fazla dayanamaz ve bir fırsatını bularak hudut haricine hicret ederek Fransa'ya gider. Ancak, boş durmaz; bilhassa neşriyat yoluyla hürriyet fikrini ve meşrûtiyet sistemini burada da vatan ve İslâmiyetin selâmeti nâmına savunmaya vargücüyle devam eder. Şu var ki, bu çetin mücadelesini sürdürürken de, devletinin ve milletinin aleyhinde bulunmaz. Ecnebilerle işbirliği içine girmez. Yüzünü, yönünü, kalbini ve kıblesini Mekke-Medine’den çevirip de Londra ve Paris’e doğru çevirmez. Gerek Namık Kemâl’in, gerekse diğer dâvâ arkadaşlarının bütün derdi ve himmeti bir noktada temerküz ediyor: Osmanlı’da hürriyet ve meşrûtiyeti hâkim kılmak.
Burada şunu da hatırlatmakta fayda var: Jön Türkler hareketinin içine zaman zaman ilgisiz ve hatta münasebetsiz adamlar da girmiş-çıkmış ve kısa süreli de olsa kendine yer edinmeye çalışmıştır. Meselâ, Mısır Valisi M. Ali Paşa ile menfaat kavgasına giren, hatta Sultan Abdülaziz'le de aynı sebepten dolayı zıtlaşan Mustafa Fazıl Paşa gibiler. Bu paşa, şahsî isteklerine kavuştuğu anda, gruptan ayrılmış ve münferit hareket etme eğilimine girmiştir.
* * *
Bediüzzaman Said Nursî'nin tâ 1890'larda "Ahrar" diye tanıyıp öyle de tanımladığı (Münâzarât: 125) Jön Türklerin ekserisi hamiyet-milliyyet dâvâsında dürüst ve samimîdir. Nursî, aynı eserinde, 1890’larda Mardin’de tanıma fırsatını bulduğu Ahrarlar için şu ifadeyi kullanıyor: "Tâ o vakitte anladım; ekser Ahrarımız mutekîd (inançlı, itikatlı) Müslümanlardır."
Üstad Bediüzzaman'ın bu ifadesinden de anlıyoruz ki, 1908'de kurulan Ahrar-ı Osmaniye Fırkası henüz tarih sahnesine çıkmadan da bu fikrî hareketin evveliyatını ve bir nevî altyapısını teşkil eden Jön Türkleri "Ahrâr" olarak görmüş ve öyle de isimlendirmiştir.
Evet, Yeni Osmanlılar hareketinin en kudretli fikir ve ifade sahibi, hemen her vesileyle hatırlattığımız üzere Namık Kemâl'dir. Bu mümtaz şahsiyet, aynı zamanda "Vatan ve hürriyet şairi" olarak biliniyor... Kezâ, "hürriyet" tabirini fikir, siyaset ve edebîyat literatürüne kazandıran bu şahsiyetin, bu vatanda kànun hâkimiyetinin tesisi ile hürriyet ve meşrûtiyetin yerleştirilmesi yolunda en çok çaba sarf etmiş, hatta bu uğurda hayatını hiçe sayarak, sürgünlerde, zindanlarda ömür tüketmiş büyük bir hamiyetperver olduğuna “doğru tarih” şehadet ediyor.
Namık Kemâl ve dâvâ arkadaşlarının hayatını fedâ ettikleri Ahrar-Demokrat misyonun daha sonra ve günümüze kadar gelen takipçileri arasında şu mümtaz isimleri saymak mümkün: Prens Sabahaddin, Mizancı Murad, Adnan Menderes, Namık Gedik, Tevfik İleri, Süleyman Demirel ve o misyon bayrağının elân nöbettarlığını yapma gayretini gösteren DP Genel Başkanı Gültekin Uysal Bey...