İki hafta kadar önce, yani 11 Şubat’ta (1925) başlayan Şeyh Said Hadisesi, 24 Şubat itibariyle bölgede genişlemeye başladı. Hükûmet kuvvetleriyle silâhlı çatışmaya giren Şeyh Said taraftarları, Elazığ ve çevresindeki bazı mıntıkalarda hâkim duruma geçti.
Bu gelişme üzerine, bölgeye daha fazla sayıda asker sevk edilmesine karar verildi. Elazığ, Diyarbakır ve Bingöl’e kadar yayılan kanlı boğuşma neticesinde her iki taraftan da yüzlerce, bazı rivâyetlere göre binlerce vatan evlâdı cânından oldu.
*
Şunu özellikle ifade edelim ki, bir silâhlı direniş için uzun süredir çalışma yapan Şeyh Said’in bizzat kendisi “isyan” (kıyâm, ayaklanma) startını vermiş değildir. Dahası, kendisi söz konusu ilk çatışma bölgesinde bile değildir.
11 Şubat günü hadise patlak verdiğinde, Şeyh Said, Bingöl’ün Genç kırsalı taraflarında idi. O zamanlar telefon vs. imkânı da olmadığından dolayı, hadiseden ancak 2-3 gün kadar sonra haberdar olmuştur.
Hani belki çok trajikomik bir ifade olacak, ama şunu cümleyi kurmak yerinde olur: Şeyh Said’in kendisi, “Şeyh Said İsyanı”ndan iki-üç gün sonra haberdar olmuştur.
Demek ki, birileri olayı provoke etmiştir. Ok yaydan çıktıktan sonra da, isyan kanlı bir şekilde bastırılıncaya kadar, kimse meselenin ne olduğunu, nasıl başladığını, hatta niçin başladığını dahi düşünmemiş, yahut ihata edememiş, dolayısıyla gelişmelerin önüne geçilememiştir.
*
Önemli bir diğer nokta, Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde gerginlik ve huzursuzluk gitgide artarken, ikisi de aynı coğrafyada bulunan Şeyh Said’in tutumu ile Said Nursî’nin duruşu arasında görülen farklılıklardır. Şüphesiz, aralarındaki en büyük fark, içtihad noktasında temerküz ediyor.
Bu meseleyi de, özet olarak şu şekilde hikâye etmek mümkün:
1925 yılı Haziran ayı sonlarında Diyarbakır’da idam edilen Şeyh Said, lâkabından da anlaşıldığı gibi, Şeyh ve müritleri olan bir zât idi. Nakşibendi tarîkatının bölgedeki halifesiydi. Aynı zamanda âlim olup binlerle talebeleri ve müritleri vardı.
Dolayısıyla, kuvvetli dinî itikad sahibi ve bölgede mânevî lider pozisyonunda bir şahsiyet idi.
Yeni Türkiye’nin Avrupalılaşması karşısında hiddete gelen Şeyh Said, mevcut rejime karşı şiddeti de içine alan bir muhalefet hareketinin başına geçti.
Aynı tarihlerde, hiç şüphesiz Üstad Bediüzzaman da rejim muhalifi idi. Ancak, Bediüzzaman’ın muhalefeti fiilî ve siyasî değil, müsbet harekete dayanan fikrî ve ilmî bir karakter arz ediyordu.
Üstad Bediüzzaman, kendi içtihadına göre bu müsbet metotla ve uzun vadeli bir hizmet tarzı ile yoluna devam ederken, Şeyh Said ise, silâhlı bir kıyâmı kaçınılmaz bir yol olarak gören farklı bir içtihadı tercih etti.
Nitekim, aynı içtihadın bir gereği olarak Şark Vilâyetlerinde nüfûz ve kuvvet sahibi olarak bilinen hemen bütün ileri gelenlere “dinî fetvâ”yı da ihtivâ eden bir dâvetnâme gönderdi.
İşte, “Kıyâma dâvet” mahiyetine bürünen ve aslı Arapça olan o mektubun Türkçe sûreti: “Kurulduğu günden beri din-i mübin-i Ahmedî’nin (sav) temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, Kur’ân’ın ahkâmına aykırı hareket ederek, Allah ve Peygamberi inkâr ettikleri ve Halife-i İslâmı (Abdülmecid Efendi) sürdükleri için, gayr-ı meşrû olan bu idarenin yıkılmasının, bütün İslâmlar üzerinde farzdır. Cumhuriyetin başında olanların ve Cumhuriyete tâbi olanların mal ve canlarının Şeriat-ı Garrâ-ı Ahmediye’ye göre helâl olduğu, birçok ulemâ ve meşâyihin istişaresi ile kararlaştırılmıştır.” (M. Şerif Fırat; Doğu İlleri ve Varto Tarihi.)
*
Demek ki, Şeyh Said ile Said Nursî arasında pek mühim bir “içtihat farkı” var. Biri kılıçla harb ederken, diğeri kalemle tenvir ve irşad yolunu seçti.
Ayrıca, Üstad Bediüzzaman’ın içtihadına göre, dahilde kuvvet kullanılmaz. Kuvvet kullanıldığında ise, mâsum canların yanması ve kardeş kanının akıtılması kaçınılmaz olacaktır. Buna ise, din-i İslâm cevaz vermez.
Elhâsıl: Şeyh Said, kılıçla harbetti ve kaybetti. Kalemle cihad yolunu seçen Üstad Bediüzzaman ise, milyonların imanını kurtarmaya hizmet etti.