Bu yazıda ele aldığımız konular muhtelif olmakla beraber, dolaylı da olsa aralarında ciddî mânada bazı bağlantılar var.
Böylesi hiç görülmedi
Tepe noktasındaki zevâtın, muhalif görüşteki gazetecileri doğrudan hedef gösterdiği...
Bir diğeri tarafından, açıkça “Bunlara sopayı göstermeli, dayak atmalı; çünkü hiç dayak yememiş bunlar” diye tehditlerin savrulduğu... Bununla da yetinmeyip, çakal sürüleri halinde doğrudan saldırıya geçildiği... Yine, sürüler halindeki trollerin marifetiyle, kánun-sınır tanımaz şekilde muhalif fikirde olanlara küfür ve hakaretlerin savrulduğu... Ama, bütün bunlara karşı ilgili TC savcılarının adeta seyirci kalmakla yetindiği...
Ve, dahi nice daha nice tuhaflıkların aynı anda sergilendiği bir Türkiye tablosu—tek parti dönemi hariç—şimdiye kadar hiç görülmedi, yaşanmadı, yaşatılamadı...
Hangi siyaset uğraştırdı?
Bediüzzaman Hazretleri, “siyaseti dinsizliğe âlet edenler”e karşı, doğrudan siyaset yoluyla uğraşma cihetine gitmedi. Onlarla yaptığı mukaddes cihad, ekseriyetle “iman ve küfür mücadelesi” konsepti içinde cereyan etti.
* * *
Bediüzzaman Hazretleri, Türkçülük-Kürtçülük üzerinden siyaset yapan menfî milliyetçilerle de sırf “siyaset yolu”yla mücadele etmedi. Belki, “Frengî’ye karşı İslâmî” olan ilim, irşad, ahlâk ve terbiye normlarını esas tutarak, onların menfî fikirlerine karşı yine fikren mukabelede bulundu.
* * *
Bediüzzaman Hazretlerinin ilmen, fikren ve dahi siyaseten en çok uğraştığı, hatalarını tamire çalıştığı ve sebebiyet verecekleri zarardan en ziyade korkup tedbir alma cihetine gittiği kesim “dini siyasete âlet eden” mütedeyyin kesimdir.
Ezcümle: 1909’da kurulan “İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti”nin politize edilmesinden “nihayet derecede” korkup tedbir almış; Ahrar Fırkasını adres olarak göstermiş. Keza, 1948’de yine din eksenli olarak “Dindar Mareşal’in riyasetinde” kurulan Millet Partisine mütedeyyinlerin teveccüh göstermesinden yine nihayet derecede endişe duyarak “Üçüncü Said”i ilân etmiş ve doğru adres olarak da “Ahrar’ın devamı” mahiyetinde “Demokratlar”ı göstermiştir.
Velhasıl: Üstad Bediüzzaman’ın aktif siyasî mücadelesi, öncelikle ve özellikle “dini siyasete âlet eden” muhakemede noksan durumdaki mütedeyyin siyasîlere karşı olmuştur. Diğer cereyanlara karşı ise, daha çok “hakaik-i imaniye ve Kur’âniye” mihverinde kalarak çetin mücadelelerde bulunmuştur.
Buna göre, kimsenin çıkıp bize “Yahu niye hep dindar siyasetçilerle uğraşıp duruyorsunuz? Gidip dinsizlerle uğraşsanıza?” diye hesap sorma hakkına, haddine sahip değildir ve olamaz. Böyleleri, aslında kendi cehaletlerini, hatta cehl-i mürekkep içinde olduklarını yine kendi dilleriyle ispat etmiş oluyorlar. Zira, kiminle nasıl mücadele ettiğimizi bile bilmekten, anlamaktan, ihata etmekten âciz durumdalar.
Siyasî münafıklık
Siyasî muhtevalı yazılarımızı beğenen var, beğenmeyen var. Normal.
Bu konuda daha fazla yazmamızı isteyenler olduğu gibi, senede bir kez olsun yazmamızı hiç istemeyenler de var. Bunu da hoş karşılıyoruz.
Ha, bir de siyasetle ilgili yazılarımızda şiddetli rahatsızlık duyanlar var.
Hiç tahammül edemiyor ve anlayış göstermiyorlar. Adeta ifrit oluyorlar. Her fırsatta, her bir bahane ile aleyhimize geçip habire sataşıyorlar, hatta yer yer saldırıyorlar: Küfür, hakaret, alaya alma, dalgasını geçme gırla gidiyor. Fikir hürriyetinden, demokrasi erdeminden hiç nasipleri yok.
Bunlardan bazılarını adam yerine koyup münazaraya girdiğimiz de oluyor. Sıkıştıkları anda, hemen çark edip adım adım şu meâlde lâf salatasını önümüze servis etmeye başlarlar: “Ya, ben aslında siyaseti pek sevmem, ilgilenmem, icabında oy bile vermem... Şahsen bir partiyi tuttuğum falan yok; da... Aslında demokrasiye, parlamenter sisteme de pek inancım yok; şeriatı savunmak varken, bunların ne kıymeti var ki...”
Tut kelin perçeminden. Vur beline kazmayı. Yahut, yalandan kim ölmüş?
Bir kere, siyasete iştihası bulunmayan, iç dünyasında olsun ziyadesiyle ilgilenmeyen ve önemsemeyen, siyasetten bir beklentisi olmayan, yularını bir şekilde siyasete kaptırmayan, bir siyasî partiye angaje olmayan, bir siyasî partiye fanatiklik derecesinde tarafgir hale gelmeyen bir kimse, herhangi bir yazarın, bir düşünce adamının eleştirel mahiyetteki söz ve yazılarından, öyle çıldırasıya bir şekilde rahatsız olmaz. Hele hele, duyduğu bir rahatsızlığı, tahkir ve tezyif mermilerine çevirip kin ve intikam ateşiyle taarruza geçmez. Ama, geçenler var, ne yazık ki... Hemen her gün bunlara düzinelerle şahit olmaktayız.
Bazılarıyla hasbel-kader münazaraya giriştiğimizde de, sıkıştıkları anda hemen çark edip yukarıda temas ettiğimiz U dönüşlerine tevessül ederler. Kizb ve yalan, siyasetçiler gibi maalesef siyasete angaje olanları da bir şekilde yalancı hale getirmiş, getiriyor.
Evet, hem siyasî muhtevalı yazılarımızdan şiddetli rahatsız olup, hem de ardından “Şahsen siyasetle pek ilgilenmiyorum; çünkü önemsemiyorum” diyen kişi, resmen ve alenen yalan söylüyor ve yalancı duruma düşmüş oluyor.
Bir “lâfz-ı kâfir” olan yalan ise, asla mü’minin sıfatı değildir ve olamaz.
İşte, “siyasî münafıklık” denen mendebur illet, tam da bu noktada nüksedip ortaya çıkıyor.
Siyaset ve gazetecilik
Bize gelince... Yeni Asya’nın da dahil olduğu gazete gibi mevkutelerin istisnasız tamamı siyasetle, diplomasiyle ve sair aktüel gelişmelerle ilgileniyor ve ilgilenmek durumunda.
Evet, istisnasız diyoruz. Acaba, siyasetle hiç ilgilenmeyen günlük bir tek gazete gösterilebilir mi? Türkiye’de ve dünyada örneği var mı?
Eskiden, hemen bütün gazetelerin lejandında yazardı: “Günlük siyasî gazete” diye. Zamanla, buna “fikir, ekonomi, politika...” gibi eklemeler yapıldı; ancak, özünde ve ana ekseninde değişen bir durum yok.
Bir yayın organı, şayet bütünüyle siyasetten soyutlanacaksa (tecerrüt edecekse), o yayın organının gazete gibi günlük olarak çıkmasına hiç gerek yok. Haftalık, aylık, üç aylık periyotlar halinde yayıncılık yaparak, siyasetle hiç ilgilenmeden de hayatiyetini idame ettirebilirsin.
Ama, siyasetsiz bir gazetecilik, asla olamaz ve düşünülemez. Aksini iddia eden varsa, örnek göstersin.
Bu arada, siyasetle ilgilenmenin de asgarî bir nezâket ve ahlâkî ölçüsü vardır: Yıkıcı tahkir ve tenkitlere tevessül edilmemeli. Murakabe için, takdirden çok yapıcı tenkit ve ikazlarda bulunulmalı. Siyasetçi, zaten üzerine düşen vazifeyi yapmakla mükellef olduğu için, ayrıca tebrik ve teşekküre gerek yok. (Ayasofya ve Ezân-ı Muhammedî gibi fevkalâde, harikulâde icraatler istisnai olup bahsimizden hariçtir.)
Ancak, aslî vazifesini yapmadığında, ya da yanlış icraatlarda bulunduğunda eleştiri yapılmalı ki hatadan dönsün ve istikameti bulsun.