Hürriyet, korku veya tahakküm gibi bahisler gündeme geldiğinde, “ehl-i kemâl” bir zât olan “Hürriyet” şairi Namık Kemâl’i ve “...Hürriyetsiz yaşayamam” diyen Üstad Bediüzzaman’ı hatırlamamak mümkün mü?
Kezâ, bu iki mümtaz şahsiyeti anlamayan, onların hürriyet ve meşrûtiyet hakkındaki dâvâlarını idrak edemeyen kimselerin, çıkıp bu tür konularda ahkâm kesmelerini ciddî, samimî, inandırıcı bulmak hiç mümkün mü?
Bize göre mümkün görünmüyor.
* * *
Yazının hemen burasında, Üstad Bediüzzaman’ın da takdir ve tahsin ile eserlerinde iktibâs etmiş olduğu o meşhûr Hürriyet Kasidesi isimli şiirden iki beyitlik kısmını takdim ile mevzuya öyle devam edelim.
Mûin-i zâlimin dünyada erbâb-ı denaettir
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bîinsâfa hizmetten
Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış, idrâki kaldır muktedirsen ademiyetten.
Evet, hiç şüphe yok ki, bu her iki zât da birer “Hürriyet âşığı” olup bütün hayatlarında hep istibdat ile pençeleşerek mücadele etmişlerdir. Bundan dolayı da, hayatlarının çoğu kısmı hapislerde, sürgünlerde, zindanlarda geçmiştir.
Bu kahramanlar, şayet korku duvarını hürriyet aşkı ile aşma gayretini göstermemiş olsalardı, Türkiye’mizin durumu, günümüz itibariyle çok daha acı, çok daha feci bir manzarayı yansıtıyor olacaktı.
Demek ki, korku iklimini hürriyet sevdasıyla aşmak, hem vaki, hem de mümkün...
* * *
Yakın tarihe baktığımızda, Türkiye’nin, İslâm ve insanlık tarihinde eşi-benzeri görülmedik üç aşamalı bir istibdat devresini yaşadığını görmekteyiz. Şöyle ki:
BİR: Mutlâkiyet devrinde hafif istibdat: 1908'e kadar.
İKİ: Meşrûtiyet devrinde şiddetli istibdat: 1918'e kadar.
ÜÇ: Cumhuriyet devrinde mutlak istibdat: 1946'ya kadar.
(ARA NOTU: Şimdilerde, bu her üç döneme ait tortuların ortalıkta kendini yeniden hissettirmeye çalıştığını da görebilmekteyiz.)
Yakın tarihteki en ağır, en şiddetli olan, bilhassa 27 yıl süren o "eşedd-i zulüm ve istibdat" devresidir: Birinci devrede "hürriyet divanelik"le yâd olunurdu. İkinci devrede "hayata adâvet" edilirdi. Üçüncü devrede ise, bilumum insan temel hak ve hürriyetleri ihlâl edildiği gibi, devlet kuvvetiyle hayat hakkı da, din-iman hakkı da ayaklar altına alınıp çiğnenmeye çalışıldı. Üstelik, bütün bütün keyfî, küfrî ve cebrî metotlarla…
Ama, bütün o muzır mânilere rağmen, Türkiye, sâir İslâm ülkelerine nazaran hürriyet ve demokraside daha ileri seviyede bir yerlere gelebilmeyi başardı. Bunu da, sözünü ettiğimiz çileli hayata tâlim eden o hürriyet ve meşrutiyet kahramanlarına borçluyuz.
Gelinen seviyeye ve kazanılan nimetlere bakıldığında ise, ödenen bedellerin yine de az ve ucuz düştüğü söylenebilir. Üstad Bediüzzaman'ın ifadesiyle "…Bahasına yüz sene verseydik, yine ucuzdu. Zira hürriyet, milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslâmiyetin cevher-i nuranîsi tecellîye başladı." (Münâzarât: 64)
Bediüzzaman, burada 1908 Temmuz'unda ilân edilen hürriyet ve meşrûtiyet nimetinin ehemmiyetini nazara veriyor. Aradan geçen yüz küsûr yıllık zaman dilimi, Bediüzzaman'ın bu meselede ne derece haklı olduğunu ayrıca tebârüz ettiriyor. Bilhassa Libya, Mısır, Afganistan, Irak ve Suriye gibi Müslüman ülkelerin başına gelenlerin yaşanmasından sonra, bu husus çok daha iyi anlaşılır hale geliyor....
Son söz, Bediüzzaman’ın Hürriyet Nutku’ndan: Ey ebna-i vatan! Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz; ta elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın. Zira, hürriyet, müraat-ı ahkâm ve âdâb-ı Şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk eder ve neşv ü nema bulur. (Tarihçe-i Hayatı: 47)