"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Meşrûtiyet bir güneş gibi doğdu

M. Latif SALİHOĞLU
24 Temmuz 2017, Pazartesi
GÜNÜN TARİHİ: 24 Temmuz 1908

Sul­tan I­I. Ab­dül­ha­mid’in fermânıyla (İkinci) Meş­rû­ti­yet res­men i­lân e­dil­di: 24 Temmuz 1908.

Böylelikle, bir gün önce Kolağası Niyazi Bey tarafından Manastır’da ve Binbaşı Enver Bey tarafından Selânik’te yapılan Hürriyet ve Meşrûtiyet ilânatı, Padişah tarafından da tasdik edilerek, bu mesele 30 yıllık kesintinin ardından yeniden resmîyete kavuşturulmuş oldu.

Özetle söylemek gerekirse, Hürriyet ve Meşrûtiyetin ilânı, diğer devletlere nisbeten, Osmanlı'da kansız şekilde gerçekleşti.

Lâkin, böylesi bir muvaffakiyetin elde edilmesi hiç de kolay olmadı. Bu uğurda uzun yıllara dayanan çok ciddî çalışmalar yapıldı, çok çetin mücadeleler verildi.

Şimdi de, meselenin bu yönüne dair sarf edilen emeklere, gayret ve faaliyetlere bakalım.

30 yıllık kesinti...

Birinci Meşrûtiyetin kapanması ile İkinci Meşrûtiyetin ilânı arasında geçen sürenin tam tamına 30 yıl olduğu (1878–1908) hemen herkesçe bilinen bir tarihî mâlûmattır. 

Bu ise, Meşrûtiyetin yeniden ilân edilmesi için, tam 30 yıl boyunca uğraşılmış, mücadele edilmiş, gayret gösterilmiş demektir. Fakat, ne hikmetse, bunda bir türlü başarılı olunamamış ki, tâ 1908 Temmuz’una kadar istenen neticeye ulaşılamamış... O halde 30 yıl sonra, yani 1908’de ne oldu yahut ne değişti ki, Hürriyet ile birlikte Meşrûtiyet de resmen ve alenen ilân edilmiş oldu?

Sözü dolaştırmaya hiç gerek yok. Bu tarih ve bu dönem itibariyle, bize göre değişen ve gelişen en önemli hadisenin hülâsası şudur: Hürriyete oldum olası “âşık”, Meşrûtiyet’in en tesirli müdafiî ve fakat istibdadın ise en şiddetli muhalifi olan büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Molla Said Efendi, Bitlis’ten İstanbul’a o sene içinde geldi.

Gelmesiyle birlikte, İstanbul’un âfâkında âdeta bir güneş gibi doğdu. Kimi yerde bir şimşek gibi çaktı; kimi yerde ise gök gürlemesi gibi ses verdi, sadâ verdi.

Meselâ, İstanbul’a gelir gelmez, yerleştiği Fatih Camii civarındaki çalışma ofisinin serlevhâsına şu çarpıcı ibâreyi yazdırdı: “Burada her müşkül halledilir, her suâle cevap verilir; fakat suâl sorulmaz.”

Tarihte ikinci bir misâline daha rastlayamadığımız böylesine harikulâde iddialı bir duruş ve ortalığı birden elektriklendiren böylesine cesurâne bir çıkış, esasında pek yakında başlayacak yeni ve bambaşka bir dönemin habercisi mahiyetinde olup bir nevî “işaret fişeği” idi.

Evet, “Burada her müşkül halledilir…” diye başlayan ifade ve ibarenin tahtında yatan mânâ ve mahiyet, şüphesiz ki sanılan veya tahmin edilenden çok daha büyük ve ileri derecede boyutlar taşıyor. 

* * *

Görünürde, memleketin eğitim/maarif meselesi için hükümet merkezi İstanbul’a gelen Said Nursî’nin, “Her müşkül halledilir; kim ne isterse sorsun” tarzındaki çıkışı açıkça gösteriyor ki, onun bu gelişi sadece bir tek “mektep–medrese” meselesiyle sınırlı değildir.

Nitekim, çok kısa bir süre sonra anlaşıldı ki, genç Said’in çok ciddî ve aynı zamanda büyük risk taşıyan daha başka düşünce ve talepleri var.

Meselâ, bir-iki aylık süre zarfında, onun istibdadın her türlüsüne ve hükümfermâ olan monarşik mutlakıyet rejimine şiddetle karşı, buna mukabil hürriyet ve meşrûtiyet sistemine ise bütün ruh û cânıyla taraftar ve müdafaacı olduğunu, neredeyse duymayan kalmadı.

Üstelik, bu uğurda her türlü bedeli ödemeye de hazırdı.

Nitekim, öyle oldu. Tımarhaneye gönderildi, mahkemeye çıkarıldı, hapishaneye sevk edildi. Ancak, o yine de yılmadı; inandığını söylemeye, bildiklerini yazmaya devam etti.

Bilhassa Nutuk, Münâzarât, Hutbe-i Şâmiye ve Divân-ı Harb-i Örfî isimli eserlerinde, bu meyandaki hizmetlerine, kanaat ve beyanatlarına dair pekçok mevzu-bahis var.

Bunlardan birkaç misâli iktibas ederek, şimdilik bir nokta koyalım.

“Evvel (1908’den evvel) Şark’ta fenalığın sebebi, Şark’ın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim (açıp baktım); anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedâvisine çalıştım; bir divânelikle taltif edildim.” 

“Devr-i istibdadda tımarhaneden sonra tevfikhanede iken Zabtiye Nâzırı Şefik Paşa ile muhavere’den: ‘Sigara kâğıdı kadar ince ve nizâm nâmıyle bir perdeyi, bu kadar feverân-ı efkâr ve hissiyâta karşı herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes, altında, sizin tazyîkatınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemî idim, altına girmedim, üstüne düştüm.”

“Meşrû, hakikî meşrûtiyetin müsemmâsına ahd ü peymân ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libâsı giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım.” 

“Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde laubaliliklerle (hürriyeti) tekrar öldürmeyiniz.

“Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın.” (Bkz: Divân-ı Harb-i Örfî)

***

@salihoglulatif:

Şahıs Merkezli Sosyal ve Siyasal İslâm Koordinasyon Komitesinin Hedefi: Önce Türkiye'deki; ardından, dünyadaki Müslümanların huzurunu kaçırmak.

Okunma Sayısı: 2871
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı