Aslında iki gün sonra yazmayı düşündüğümüz bir konuyu, bugüne almaya karar verdik. Konu, Bediüzzaman Said Nursî’nin naaşı ile ilgili 12 Temmuz 1960’ta gerçekleştirilen “nakl-i kubûr” hadisesi ve mezar yerinin meçhûl kalma meselesi.
Bu konuyu iki gün erken ele almamızın sebebi ise, Habertürk yazarı Murat Bardakçı’nın aynı konuyu geçen Cumartesi günkü köşesinde farklı boyutlarıyla işlemiş olması.
Perşembe günü “son baskı”sını yapan ve Cuma’dan itibaren artık dijital olarak yayınlanmaya başlayan Habertürk, kendini “sanal âlemde” okutabilmek için, daha ilk günlerden itibaren böyle alabildiğine sansasyonel bir konuya yer vermesi, gazetecilik açısından geçerli bir yöntem. Zira, ses getiren ve mâkes bulan bir konu. Her ne ise.
Biz gelelim, meselenin can alıcı noktasına.
* * *
Murat Bardakçı, “Said Nursî’nin meçhûl mezar” meselesini iki ayrı kaynağa dayandırarak anlatıyor.
Birincisi “Hürriyet’in geçmişte uzun seneler yazıişleri müdürlüğünü de yapan ve geçen hafta vefat eden duâyen gazeteci Erol Türegün”den bizzat dinledikleri...
İkinci kaynağı ise, sahaf Ekrem Karadeniz’in Sahaflar Çarşısındaki dükkânında emekli Korgeneral Faruk Güventürk’ten duydukları...
Temmuz 1960’da Afyon’da asker olan gazeteci Türegün, Said Nursî’ye ait naaşın, bir gece vakti oradaki askerî havaalanına getirildiğini, oradan da karayolu ile Isparta tarafına götürüldüğünü anlatırken, tam bir Said Nursî düşmanı olan Güventürk ise, “Onun cesedini uçaktan aşağı attık” diyerek, meçhûl mezar hakkında “maksadı meçhûl” lâflar etmiş.
* * *
Darbeci Güventürk’ün ileri sürdüğü iddiayı ilk kez (biraz farklı şekilde) ortaya atan kişi, yine darbeden sâbıkalı olup 5 Temmuz 1964'te idam edilen Albay Talat Aydemir'dir. “Darbe manyağı” Aydemir, “Nursî’nin tabutunu Kıbrıs açıklarında Akdeniz’e atarak kaybettik” diyordu. Murat Bardakçı’nın Hürriyet’teki halefi Soner Yalçın, 2006’da işte bu saçma sapan iddiayı dillendirdi ve Doğan Yayıncılık tarafında neşredilen "Efendi-2" isimli kitabına aldı.
* * *
Şimdi, yukarıdaki absürd iddiaları bir tarafa bırakıyor ve geçen hafta vefat eden gazeteci Erol Türegün’ün anlattıklarınyla da örtüşen o “nakl-i kubûr” hadisesinin, birçok yönüyle tahkik ettiğimiz asıl cereyan şeklini özetleyerek takdim edelim: Gerek Üstad Bediüzzaman'ın öz kardeşi Abdülmecid Ünlükul, gerekse naaşın nakil ve defin işinde bizzat görev almış askerler, gerek tabutu taşıyan pilotların anlattıkları ve gerekse devlet arşivindeki belgeler—ki, asıl itibar edilmesi gereken bilgi ve belgelerdir bunlar—hülâsaten şöyledir: 23 Mart 1960'ta Urfa'da vefat eden Üstad Bediüzzaman'ın naaşı, ihtilâl cuntası tarafından 12 Temmuz gecesi tabuta konularak uçakla Afyon askerî havaalanına nakledilir. Buradan da karayolu ile Isparta'daki Şehir Mezarlığı’na götürülüp meçhûl bir mezara defnedilir.
* * *
Isparta’daki bu defin hadisesinden 9 yıl kadar sonra (1969), hiç hesapta olmayan şöyle bir gelişme yaşanır: Kaderin mânidar tecellisiyle, karlı bir kış günü. aynı kabristanda bir çocuk mezarı açma mecburiyeti vâki olur. İşte, tam o esnasında, Üstad’ın birkaç talebesi, onun lehimle kapatılmış galvanizli tabutuna rast gelir. Tabut içinde bozulmamış yüzünü görüp tanır ve tam bir gizlilik içinde naaşını oradan alıp bir başka meçhûle götürürler. (Şahitlerden Tahirî Mutlu, Bayram Yüksel, Ali İhsan Tola ve Mustafa Pestil'in anlattıkları bu yönde.)
Dolayısıyla, hâlen de, umumun meçhûlü olan o mezar yeri, çok az sayıdaki Nur Talebesinin bilgisi dahilinde bulunuyor. Yerini tam olarak ne cuntacılar biliyor, ne devletin resmî adamları, ne de hariçten başka kimseler.
Kaderin garip tecellisine bakın ki, Said Nursî'nin vasiyetinde de bu yönde kuvvetli işaretler var. Meselâ: "Kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum" ifadesinde olduğu gibi. (Emirdağ Lâhikası: 417, 421)
***
@salihoglulatif:
Üstad Bediüzzaman’a ait mezar yerinin başkası tarafından bilinmesi gerekmiyor. Zira, bu yönde pek düşündürücü ve ibret verici bir VASİYET metni var... Ayrıca, muhtelif bahislerde, mezar yerinin gizli kalması gerektiğine dair hikmetli izâhlar mevcut...