Irkçılık mânâsındaki milliyetçilik damarı ağır basan Türkler gibi Kürtlerin de bir türlü anlamadığı, yahut anlamak istemediği bir hakikati, Üstad Bediüzzaman Birinci Şuâ’da gayet veciz sözlerle ifade ediyor.
Bu zamana ve hassâten Risâle-i Nur’a işaret eden Kurân’dan alınan “otuz üç âyet” sıralamasındaki 29. Âyetin Tafsilâtı kısmında, İbrahim Sûresi 4. ve 5. âyetinden şu mânâyı istihraç ediyor: “...Dördüncü âyette, Risâle-i Nur’un Türkçe olmasını tahsin eder; ve beşincide, Arabî ve Türkçeyi tam bilmeyen, mürşidleri ve âlimleri perişan olan vilayât-ı şarkiyede Risâle-i Nur imdatlarına; ve her taifeden ziyade başlarına gelen hadiseler ve âyette ‘Bieyyâmillah’ tâbir edilen elîm vakıaları hatırlarına getirmekle ikaz ve irşad etmelerine bir mânâ-yı işârî ve remzî ile emrediyor.”
İşte, çokça istifade ettiğim bu ve benzeri bahislerden, hayatıma ve hayata bakış tarzıma sıhhat ve istikamet kazandıran şu iki noktayı yıllar öncesinden tesbit ettim:
1. Kurân-ı Mûcizülbeyân’ın ilgili âyetleri, bu zamanın bir tabibi, rehberi ve halaskârı olan Risâle-i Nur’un lisânının Türkçe olmasını hem tahsin, hem takdir ediyor.
2. Kurân’ın tahsin ettiği Risâle-i Nur, Arabî ve Türkçeyi tam bilmeyen, mürşidleri ve âlimleri perişan olan Kürtlerin imdadına yetişerek, onları ikaz ve irşad ediyor.
Evet, hiç şüphe ve tereddüt edilmesin ki, Risâle-i Nur, daha birçok vazife gibi, bu hizmeti de bihakkın yapıyor, icra ediyor. Esasen böyle olduğu içindir ki “Risâle-i Nur, sefine-i Nuh gibi Anadolu’yu Cebel-i Cûdî hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tokatından kurtulmasına bir sebeptir.”
Ve, yine bundan dolayıdır ki, Üstad Bediüzzaman, umum Anadolu halkını şu sözlerle ikaz ediyor: “Bu ehl-i dünya, bu Anadolu halkı Risâle-i Nur’a girmeseler de ilişmesinler. Eğer ilişseler, yakında bekleyen yangınlar, tufanlar, zelzeleler ve taunların istilâsına uğrayacaklarını düşünsünler; akıllarını başlarına alsınlar.” (Kastamonu Lâhikası: 99)
BİR ÇOCUKLUK HATIRASI
Şu düşündürücü gerçeği, imkânım olsa bu vatanda yaşayan ve milletin selâmetini düşünen herkese duyurmak isterim ki: Eğer Risâle-i Nur olmasaydı, bu eserler şayet elimize geçmemiş olsaydı ve okuyup da içindeki hakikatlere bağlanmasaydık, ben ve benim gibi yüz binlerce (belki de milyonlarca) insan, devlete, hükûmete ve askere amansız birer düşman olacaktı.
Bilvesile, çocukluğumda gördüğüm, bizzat acısını yaşadığım ve hiç unutamadığım trajik bir hadiseyi nakletmek istiyorum.
1960’lı yılların ortalarıydı. Henüz 6-7 yaşlarındaydım. Batman ili, Kozluk ilçesine bağlı Yedibölük Köyü’nde (5 sınıf bir arada) ilkokula gidiyordum. Köyde silâhlı kavga çıktı. Dağlarda, kayalıklarda sipere duran muhasımlar, günboyu karşılıklı olarak vuruştular, silâh patlattılar. Ölü yok, yaralılar vardı.
Karakol komutanı, ilçeden gelen takviye birlikleriyle ikindi vakti operasyona başladı. Bizim mahalleye de geldiler. Mahalle tandırının önünde toplaşan kadınlar grubu içinde annem de vardı. Karakol komutanı Aşir isimli başçavuş, birden annemin üzerine yürüyerek “Senin kocan nerede, kocan! Yoksa evde saklanıyor mu?” diye bağırmaya başladı. O esnada, diğer kadınlar korkudan birbirine sığınırken, valideye ise bir cesaret geldi ve o şirret adama şu karşılığı verdi: Sizin geldiğinizi duyan erkeklerin hepsi dağlara, ormanlara kaçtı. Kocam da onlardan biri. Evde falan değil. Gidin arama yapın.
Askerlerin elinde Mavzer, başçavuşun elinde ise Sten vardı. O kalabalık içinde elindeki silâhla annemin üzerine giden o aşağılık adam, peşpeşe dipçik darbeleriyle vurmaya başladı. Ama nasıl bir hınç ve öfkeyle vuruyor; adeta kemiklerini kırarcasına...
O esnada, bazı askerlerin utanarak yüzlerinin kızardığı gördüm. Dayak faslı devam ederken, askerlere de emir verdi “Gidin evi didik didik arayın!” dedi. Ben de evin kapısının önündeydim. İçeri girip her tarafı aradılar. Küçük bakkaliye odası kilitliydi. Uğraştlar, açamadılar. Bana “Git anahtarı getir lan!” diye bağırdılar. “Tamam” deyip arkamı dönmemle birlikte kendimi yerde bulmam bir oldu. Bana tekme-sille giriştiler. Yere düşürdüler. Öyle ki, yerde iken de postallarla vurmaya devam ettiler. Nihayet, kilitli kapıyı açtırdık da ellerinden zorbelâ kurtulduk.
* * *
Uzun sözün kısası: Benzer hadiseleri çokça duyduk ve bir kısmını bizzat yaşadık. Lise yıllarında eğer Risâle-i Nur’u tanıyıp okumasaydım, kuvvetli ihtimalle ben de bir numaralı devlet ve asker düşmanı olurdum; birçokları gibi... Şükür ki, Kurân eczahanesinden alınan o müessir ilâçlar imdadımıza yetişti de, bu zamanın muzır cereyanlardan kendimizi muhafaza edebilme şansını, imkânını bulmuş olduk.