Henüz “Şapka Kànunu” çıkmadan, vatandaşlara şapka yüzünden türlü cezalar verilmeye başlandı. Sivas’da şapkanın giyilmesine muhalefet eden vatandaşlar, 14 Kasım 1925’te yürüyüş yaptılar.
Bu yürüyüşe önayak oldukları ileri sürülen Sivas ulemasından İmamzâde Mehmet Necati Efendi ile Abdurrahman Efendi (bu zat firar etti) hakkında idam kararı verildi. Necati Efendi’nin cezası 28 Kasım’da infaz edildi.
İstiklâl Mahkemesi’nin idam kararı metninde şu ifadeler yer alıyordu: “Türkiye Devletinin şeklini tebdil ve tağyir maksadıyla halkı ayaklanmaya kışkırttığı ve suçları sabit olduğu...”
Aynı gerekçe ile Rize, Erzurum, Kayseri, Giresun gibi yerlerde de idam cezaları verildi.
Ne garip, ne tuhaf değil mi? Şapkaya muhalefet eden bir vatandaş, mahkemece “Devleti yıkmak” suçuyla yargılanıyor ve tereddütsüz şekilde tutup idam edilebiliyor...
Peki, değer miydi? Bugün çıkıp “Evet, değerdi. İyi ki de oldu. İyi ki asıldılar, cezalandırıldılar” diyenlerin “medenî insan” sıfatına sahip olma imkân ve ihtimali var mı?
Bu mânadaki sorgulamaların, hiç olmazsa günümüzde yapılabilmesi gerek. Aksi halde, hürriyet, adalet ve demokrasiden yana eksiğimiz, kusurumuz var demektir.
Jakobenlik budur işte
Hemen her türlüsüne rastladığımız Kemalistlerin özellikle jakoben (tepeden inmeci) kesimi, tek parti (Şeflik) dönemi icraatlarına toz kondurmama ve gözü kapalı şekilde savunmada bulunma şeklindeki maskaralığı, 21. yüz yılda da aynen devam ettiriyor.
Tabiî, kendilerine göre türlü kılıflar da buluyorlar. Birkaç misâl vermek gerekirse:
* Asmaya-kesmeye, ağır cezalar vermeye o zamanlar mecburiyet vardı.
* Bazı kelleler gitmeden, 1923’lerde Cumhuriyet kurulamazdı.
* Çok sayıda vatandaş öldürüldü tamam; ama, tasarlanan devrimler başka türlü gerçekleştirilemezdi. Batılılaşamazdık yani.
* Demokrasiye geçiş denemeleri de yapıldı; ama, işte başarılı olunamadı. Çünkü, millet henüz demokrasiyi anlayacak, içine sindirecek durumda değildi.
* İstiklâl Mahkemeleri sayesinde devrimler aksatılmadan gerçekleştirildi.
* Şeyh Said, Menemen, Dersim isyanları kanlı şekilde bastırılmamış olsaydı, irtica hortlardı, gericilikle baş edilmezdi.
* * *
Evet, kendilerince her meseleye verecek cevapları var. Ama, hiçbiri hukukî değil, insanî değil vicdanî değil. Hiçbiri temel insan haklarıyla bağdaşmıyor.
“Batı” patenti taşıyan bunlardan hiçbirinin yurtseverlik, milletperverlikle bir ilgisi yok.
Allah aşkına söyler misiniz? Şapkanın, Latincenin, İtalya ve İsviçre kànunlarının yerlilikle veya millîlikle ne ilgisi var?
Bir de utanıp sıkılmadan bunlara yeni “Türk kıyafeti, Türk Alfabesi, Türk Ceza Kànunu, Türk Medenî Kànunu...” gibi tümüyle uydurma-yakıştırma isimler verildi.
Demokrasi denemesi
Yukarıdaki listede yer alan özellikle şu “Demokrasi denemesi yapıldı...” kılıfını, hiç olmazsa günümüz itibariyle mengeneden geçirerek parçalamak, hatta paçavraya çevirip bir kenara atmak gerekir. Zira, bu vatanda yapılan demokrasi denemelerinin başlangıcı tâ 1976’lara kadar gidip dayanır. 1908’de yeniden ilân edilen hürriyet ve II. Meşrûtiyet, kör-topal da olsa 1920’ye, hatta yer-mekân değiştirerek 1923 yılı ortalarına kadar devam etti.
Can alıcı bir nokta da şudur ki: Şayet Cumhuriyetle birlikte Demokratik sistemin de devamına karar verilseydi, bu milletin buna karşı gelmesi, hele hele isyanlarla eskiye dönüş yapılması mümkün değildi. Esasen Meşrûtiyetin, yani Demokrasinin askıya alınması, hiçbir dönemde halkın-vatandaşın isteği, arzusu veya tepkisi sebebiyle olmamıştı. Bunlar dahi, bütünüyle tepeden inmeci politikalar yüzünden yaşanmış kara tablolardan ibarettir.