Yakın tarihimizin dönüm noktalarından biri de, 13 Eylül 1921’de kazanılan meşhur Sakarya Meydan Muharebesidir. Zaferle neticelenen bu mücadelenin bir ismi de “Subay Savaşı”dır. Kurmay subaylar, bu muharebede canla-başla çalıştılar. Bu esnada, çok sayıda subay şehit ve gazi oldu. Öyle ki, şehit olan subayların sayısı, diğer bütün savaşların aksine, buradaki şehit er ve erbaş sayısından kat be-kat fazla oldu. Bir de, kayıtlara geçen “binlerce kayıp” notu var ki, bunları da toprağın kara bağrında “kefensiz yatan şehitler” cümlesine dahil etmek gerekiyor.
*
Gelişmeleri biraz geriden ele almakta fayda var. 1921 yılı Temmuz’unda batıdan doğuya doğru şiddetlenen Yunan taarruzu, Millî Kuvvetlerimizin bulunduğu Eskişehir–Afyon–Kütahya hattında bozguna uğramasını netice verdi.
Yeniden toparlanmak maksadıyla 100 km kadar geri çekilen Millî Kuvvetlerimiz, Sakarya Nehri havzasının doğusunda (Polatlı civarında) karargâh kurdu.
Bu esnada, Yunan taarruzu aralıksız şekilde yine devam ediyordu. Ancak, herhangi bir başarı sağlayamıyordu.
Bir önceki muharebe safhasında yaşanan mağlubiyet, bilhassa subaylarımızın izzetine dokunmuş, gururunu rencide etmişti. Bunun izale edilmesi ve orduya yeniden moral kazandırılması gerekiyordu.
İşte, bu duygu ve düşüncelerle 10 Eylül’de kat’î bir azim ve kararlılıkla harekete geçen kahraman askerimiz, Yunan birliklerini adım adım geri püskürtmeye başladı. 13 Eylül gününe gelindiğinde, küşman kuvvetleri, nehrin batı yakasına geçmeye mecbur kalırken, Milli Kuvvetlerimiz Sakarya Nehrinin doğu kısmına tamamiyle hâkim bir duruma geldi.
*
Bediüzzaman Hazretleri, 1921 Ramazan’ın telif etmiş olduğu Lemeat isimli eserin Osmanlıca yazma nüshasında, Eskişehir civarından kazanılmış olan bu zafer için “Zâhiren ger küçüktür; bâtınen pek büyüktür” ifadesini kullanıyor.
Doğrusu da budur: Gerek Birinci ve İkinci İnönü Savaşlarında olsun, gerekse Sakarya Meydan Muharebesinde olsun, zahirde çok ciddi bir üstünlük görünmüyor. Hatta, bunun bir zafer olup olmadığı bile tartışılmıştır.
Eskişehir kavşağındaki bu gelişmelerin önemi ise, yüzyıllardır batıdan doğuya akın eden Haçlı kuvvetlerinin bu noktada kesin olarak durdurulmuş olmasıdır. İş, Haçlı taarruzunu durdurmakla kalmadı, ayrıca geri püskürtüldüler ve sonunda Anadolu coğrafyasından tamamen çıkartılmış oldular.
Özetle, Eskişehir, yakın tarihimizin bir dönüm noktasını teşkil etmiş oldu.
Dış düşmana karşı Eskişehir’deki durum böyle olduğu gibi, içerdeki mücadelenin en çetin safhası yine aynı vilayetimizde gerçekleşti: 1935’te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilen Üstad Bediüzzaman ve 115 talebesi, burada çok ağır şartlar ve ithamlar karşısında yargılandılar. Dava, adeta bir iman-küfür mücadelesine döndü. Sonunda, hak yine galip geldi; Hz. Bediüzzaman ve talebeleri keyfî suretteki bir cezanın ardından beraat ederek hizmetlerine kaldıkları yerden devam ettiler. Bu da, Eskişehir’de kazanılmış bir manevi mücadele olarak tarihin kayıtlarına geçmiş oldu.
*
Hz. Bediüzzaman’ın Eskişehir Müdafaasından kısacık bir bölüm:
Ey heyet-i hâkime! Eğer bu işkenceli tevkifim yalnız hayat-ı dünyeviyeme ve şahsıma ait olsaydı; emin olunuz ki, on seneden beri sükût ettiğim gibi yine sükût edecektim. Fakat tevkifim, çokların hayat-ı ebediyelerine ve muazzam tılsım-ı kâinatın keşfini tefsir eden Risale-i Nur’a ait olduğundan, yüz başım olsa ve her gün biri kesilse, bu sırr-ı azîmden vaz geçmeyeceğim.
İşte, Risale-i Nur, keşfiyat-ı kudsiye-i Kur’âniyenin feyziyle, iki kere iki dört eder derecesinde kat’iyetle gösterir ki, eceli idam-ı ebedîden terhis vesikasına ve kabri dipsiz, hiçlik kuyusundan müzeyyen bir bahçe kapısına çevirmeleri, şüphesiz, kat’î bir çaresi var.