Zaman hızla değişiyor. Eskiden söylenen “Tehlike kapıda” deyimi de değişti. Tehlike kapıdan içeri girdi, evin içine yerleşti.
Aynı şekilde “Yangın bacayı sardı” deyimi de tarihe karşıtı. Yangın artık evin içinde, hatta çocuğun elinde, avucunun içinde.
Cep telefonu ve benzeri cihazlardan söz ediyoruz. Bu cihazlar, daha bebek denilecek yaştaki çocukların elinden düşmüyor. Anne-babalar, ya mızmızlanan çocuğu susturmak, ya oyalamak için, ya da tehlikenin farkında olmadığı için, kullandığı telefonu veriyor ellerine. Tabiî çocuk bu, nereden bilsin bunun zararlarını… Ne bilsin, uzun süre kullandığı takdirde bunun gözlerine ve beynine hasar vereceğini…
Birçok şey gibi, çocuk bunu bilmez, bilemez. Onu ikna edecek şekilde anlatmak da kolay değil. Hele, bir de ağlayıp sızlıyorsa, telefonu elinden almak neredeyse imkânsız hale geliyor.
Allah yardım etsin: Bazı çocuklar, anne veya babanın telefonunu ele geçirmek için feryâd û figân ediyor. Kendini yerden yere atanlar, daha da ileri gidin evin eşyasını kırıp dökenler, hatta pencereden dışarı fırlatanlar var, ne yazık ki…
Bu dert, cidden baştan aşmış durumda. Çoğu aile, ne yapacağını bilemiyor. Çünkü, bunun eğitimi yok, altyapısı yok, nasıl bir tedbir alınması gerektiğine dair tatminkâr bilgi önceden sunulmuş değil.
İşte, bütün bu boşluklar sebebiyle, çaresiz kalan anne-babaların çoğu, telefonunu çocuğa vermeye kendini mecbur hissediyor.
Oysa, bu cihetten gelen tehlike, tahmin edilenden çok daha ileri derece bir vehamet arz ediyor. Gidişat, artık klinik vakaya dönüşüyor. Bazı ülkelerde, söz konusu “internet hastalığı” dair klinikler açılmış durumda. Yakın bir gelecekte, bu tür kliniklerin ülkemizde de açılacağına kesin gözüyle bakılıyor. Zira, orta yerde apaçık şekilde haddi aşan bir durum var. Kaldı ki, “Derman bile haddi aşarsa dert getirir.”
Dolayısıyla, bu dert ile nasıl başa çıkılacağı hususu, dar dairede anne-babaları, sonra halk sağlığı uzmanları, nihayet ülkenin yönetiminden sorumlu olanları derinden derine düşündürmeli ve bir an evvel harekete geçirmeli. Zira, tehlikenin boyutu karşısında hayli geç kalınmış bir durumla karşı karşıyayız. Öyle ki, çocukların ve gençlerin bir kısmı bayılıp düşene kadar dahi yerinden kımıldamıyor ve gözünü ekrandan ayırmıyor.
*
Evin içine kadar giren internet hastalığının bir başka sakıncası ise, bazı kullanıcılar tarafından nezaketin dumura uğratılması, mahremiyetin berhava edilmesi, ailevî gelenek ve göreneklerin adeta işportaya düşürülmüş olmasıdır.
Senin “Eşim, kızım, oğlum, evlâdım, torunum, kardeşim...” diyerek gözün gibi bakıp herkesten sakındığın hareminin resimlerine, “resim paylaşma furyası” sebebiyle en nâ-mahrem kimseler bile istediği gibi bakabiliyor, yani nazar edebiliyor. Lüks mekânlardaki yemekler, gezmeler, tozmalar da öyle…
Lütfen dikkat: Söz konusu tahrikkâr ve de tahripkâr “nazar”a verme işi zorla yapılmıyor; tam aksine, bilerek, isteyerek, beğenerek umuma açık şekilde servis ediliyor.
Bu arada, sen istediğin kadar “Ben yabancı kişileri listeme dahil etmiyorum; tanımadığım kimselerle resim falan paylaşmıyorum” diye oyalanmaya veya kendi zaaflarına kılıf uydurmaya çalış. Hiçbir faydası yok. Bu işten az-buçuk anlayan hemen herkes bilir ki, internete yüklemiş olduğun hiçbir yazı veya resim senin kontrolünde değildir artık. En mahrem paylaşımlar dahi, çok kısa bir zamanda yayılmaya ve hiç umulmadık kimselerin önüne düşmeye başlıyor.
Bütün bunlar bir yana, sen kendi rızanla hiç olmayacak özel resimlerini, hiç adâba uymayan kareleriyle birlikte tutup sosyal medya üzerinden başkalarına servis ediyorsan, bunun bir faturasının olacağını da hesaba katman gerekiyor.
Demek, tehlike alanı sadece çocuklarla sınırlı değil. İnternet ve elektronik cihazlar, aynı zamanda gençler ve büyükler için de ciddi bir tehdit ve tehlike arzediyor. Buna göre, alınması gereken tedbirleri de çok yönlü olarak düşünmek ve ona göre davranmak icap ediyor.