Eski zamanda toplulukları idare eden ağalar, beyler, sultanlar, padişahlar, krallar, şâhlar, hünkârlar vardı.
Onların aklı neye yetiyorsa, ilim-irfan kapasiteleri hangi seviyedeyse, yönetimleri altındaki topluluklar da o kadarlıkla iktifa eder; eksik-fazla gördüklerini ise sîneye çekmeye mecbur kalırlardı.
Şimdiki zamanda ise, durum çok farklı. Özellikle demokrasinin, cumhuriyetlerin yaygınlık kazandığı, meclislerin, parlamentoların ekseriyetle tesis edildiği günümüz dünyasında “tek adam”lılığın hükmü ve hâkimiyeti alabildiğine zayıflamış, gerilemiş durumda.
Bununla birlikte, yer yer yine de ilkel denilecek seviyede geçici bazı tablolara rastlamak mümkün.
İnsanî şuuru gelişmemiş, kula kulluktan kurtulamamış, ya da bizdeki gibi demokrasisi darbelerle örselenmiş durumdaki bazı topluluklarda, şahıslar zaman zaman ön plana çıkabiliyor.
Ne var ki, böylesi bir durum, cemiyetleri topyekûn olarak ileriye doğru götürmez, sosyal tabakalar arasındaki adâletsizliği gidermez, toplam kaliteyi arttırmada pozitif etkiler meydana getirmez. Muhtemelen, bunların tam tersi gelişmelere yol açar. Toplumun muhtelif kesimlerini tedirgin eder. Mutsuzluğu arttırır. Hatta, sağlıklı dengeleri dahi bozarak, bazı alanlarda geçmişe adeta rahmet okutacak kısmî menfiliklere sebebiyet verir.
Bu gidişata dur demek için, nevzuhûr menfilikleri müsbete çevirmek için, yine de ye’se düşmemeli, ümitsizliğe kapılmamalı. Zira, muhakkak ki herkesin kendi çapında ve birlik halinde yapılabilecek hayırlı şeyler, güzel işler var.
Neler yapılabilir?
İşte, bir kişiye kul-köle durumuna düşmemek, “tek adam” sultası altına girmemek ve emrine râm olmamak için yapılacak olan, yapılması gereken bazı şeyler:
* * *
Meselâ, Allah vergisi ince ince zekâlar, birbirine sarılıp kopmaz, kuvvetli bir halat teşkil edebilir.
* * *
Hazine anahtarı olan muhtelif akıllar, bir müşterek havuzda pekâlâ birleştirilebilir; bunlarda bir ortak akıl teşkil edilebilir.
* * *
Şu dehşetli asırda, adeta buz tutmuş durumdaki türlü enaniyet kalıpları, temiz, muazzam bir havuzun içine atılıp eritilebilir.
* * *
“Tek adam” sisteminde “rey-i vâhid”in ekseriyetle galip geldiği, bunun ise hem istibdada, hem istismara pek müsait bir “fâsid daire” mahiyetinde olduğu yönündeki fikirler, hiç üşenip erinmeden cemiyete mal edilmeye çalışılabilir.
* * *
Din, vatan ve milletin mukadderatıyla alâkalı her meseleyi ilgili meşveret heyetlerine götürmeye, şûrâlarda müzakere etmeye ve rey-i cumhur ile bunları karara bağlamaya “azm û cezm û kast” edilebilir.
* * *
Bunları yaparken, bir yanda da “tek adam” fikrine itimat veya onunla iktifa etmenin, ileriye değil, toplumu geriye doğru götüreceği yönündeki düşünce ve kanaatler, pekâlâ kitlelere mal edilmeye çalışılabilir.
Bu konuda Nur Risâlelerinden ziyadesiyle istifade edilebilir.
Zira, Kur’ân’ın malı olan bu eserlerde belki elli-yüz yerde “Zaman şahıs zamanı değildir” vurgusu yapılarak, hemen her vesile ile bu zamanda şahsiyet yerine hey’et, meşveret, fikriyât, şahs-ı mânavi, efkâr-ı amme, rey-i cumhur, vicdan-ı umumî gibi kalıcı ve esaslı hakikatler nazara veriliyor.
Şu da bir gerçektir ki: Risâle-i Nur’da vâzedilen Kur’ânî prensipler manzumesi ile hareket edenler, bugüne kadar hiç yanılmamış, yaptıklarından dolayı nedâmet-pişmanlık duymamış, tam aksine bu ölçü ve prensipler çerçevesinde kalarak yaptığı hizmetler o kimsenin ruhunda, vicdanında muazzam bir huzura, sükûna, saadete yol açmıştır.
Nurlardan bir demet
Son olarak, bahsini ettiğimiz Nurlu sözlerden bir demet sunarak yazıya nihayet verelim...
* Eskide rey-i vâhid idi; milletten suâl yok idi. Şimdi meşverettir. Milletten suâl edilir. Millet, ’Ne için?’ der; ona, ’Ne istersin?’ denilir...
* Ne kadar iyilik var, meşrûtiyetin ziyâsındandır; ne kadar fenalık var, istibdâdın zulmetindendir.
* İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisi (mahvedeni)dir.
Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hattâ herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm îkâ edip..., dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. (Münâzarât, s. 22, 31)
* Zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dâhi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur. (Mektûbât, s. 425)
* Kur’ân veya Hadisin fezlekeleri, tam bir meleke ve ıttıladan sonra hasıl olabilir ki, herbir fezleke, me’hazı olan fen veya ilmin hükmünde olur. Bu ise, bir şahısta olamaz. Bir şahıs, çok fenlerde ihtisas sahibi olamaz. (İşarâtü'l-İ'câz, s. 167)
* Bu zaman eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da harika olsa, şahs-ı mânevîye karşı mağlûp olmak kàbildir. Risâle-i Nur’un o cihette bir nevi müceddid olması kaviyyen muhtemeldir. (Emirdağ Lâhikası, s. 377)
* * *
@salihoglulatif:
Başkanlık Sistemi, ileri demokrasilerde bünyeyi canlandıran vitamin gibidir. Darbeli demokrasilerde ise, bünyeyi felce uğratan zehir etkisi yapar.
*
Başkanlık Sistemine prensip olarak karşı değiliz. Ama, darbe süprüntülerinden henüz kurtulamayan bir Türkiye'ye, bu sistem faydadan çok zarar verir.