Kurtalanlı Yusuf Ağanın hediye olarak getirdiği iki adet karpuzu görünce hiddetlenen Üstad Hazretleri, onu kapıda durdurduktan sonra, sağ elinin parmaklarını iki kaşının arasına götürür, başını eğer ve bir müddet öylece mütalâada bulunur.
Sonra, başını kaldırır ve ağaya şunu söyler: “Yusuf Ağa! Seni o karpuzlarla birlikte geri gönderecektim. Fakat, onları yanındaki şu muhacir hamalın parasıyla aldığından, onun hatırına ve kalbi kırılmasın diye kabul ediyorum.”
O anda, Yusuf Ağanın dermanı biter, dizlerinin bağı çözülür. Orada daha fazla dayanamaz ve karpuzları yere bıraktığı gibi, gerisin geriye kaçarcasına gider... Aylar sonra, birkaç misafiriyle birlikte Üstad’ın ziyaretine gelen Yusuf Ağanın önüne, arka odada muhafaza edilen aynı karpuzlar kesilip konur. Ağa ise, misafirlerle birlikte hiç bozulmamış o karpuzları kemâl-i afiyetle yedikten sonra gerçeği öğrenir ancak. Üstad, ona şu hatırlatmada bulunur: “Yusuf Ağa! Ben sana demedim mi, kimsenin hediyesini karşılıksız almıyorum, alamıyorum, yiyemiyorum diye.”
Mukabelesiz dokunuyor
Yemek ve sair hediyeleri karşılıksız aldığı takdirde, kendisini hasta edecek derecede dokunduğunu muhtelif vesilelerle ve tekraren ifade eden Üstad Bediüzzaman, hediye sahibi çok yakın bir kimse olsa bile, ona mukabele olarak mutlaka bir hediye verilmesini ister: “…O kardeşimizin Nur avukatı Ahmed Feyzi’nin incir teberrüküne mukabil, benim nâmıma bir Sikke-i Gaybiye mecmuasını ona gönderiniz ki, incirleri bana dokunmasın. Çünkü, bu âhirde kat’iyen mukabelesiz hediyeler beni hastalandırdığı, çok tecrübelerle pek kat’îleşti.” (Emirdağ Lâhikası: 239)
“Kuru ekmek” ve “âlâ baklava”
Kezâ, kendisine hediye gönderen mühim bir talebesine verdiği cevabî mektubunda, Üstad Bediüzzaman, kendi parasıyla yediği bir parça kuru ekmeği, başkasına ait en iyi baklavaya tercih ettiğini şu sözlerle beyan ediyor: “Hem bende bir tevahhuş var. Herkesi her vakit kabul edemiyorum. Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lâzım geliyor. O da hoşuma gitmiyor. Hem tasannu ve temellükten beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en âlâ baklavasını yemek, en murassâ libasını giymek ve onların hatırını saymaya mecbur olmak, bana nâhoş geliyor.” (2. Mektup’tan)
Düğün yemeği
Hediye olarak getirilen bir nimet, velev ki düğün yemeği de olsa, yine karşılığını vermeden rahat edemeyen Üstad, esasında hiç vazgeçemediği bir prensibinin herkes tarafından bilinmesini ister. İşte, Emirdağ’lı Abdullah Gayretlioğlu’nun anlattıkları: “Oğlumun düğünü vardı. Üstad’a düğün yemeği götürmeye niyet ettim. Hizmetkârı Zübeyir’e danıştım. O da, Üstadın mukabelesiz birşey kabul etmedeğini söyledi. Yemek götürmekte ısrarlı olduğumu anlayınca, o zaman ‘Kapalı kapta götür, yoksa hiç kabul etmez’ dedi. Hazırladığım yemek çeşitlerini küçük kaplar içinde bir sepete koyarak, ağzını kapatıp götürdüm. Filhakika Üstad, âdeti olduğu üzere karşılıksız birşeyin kendisine dokunduğunu ifade etti ve bana mukabele olarak bir lira verdi. O para o zaman çok kıymetliydi. Ben de onun verdiğini mecburiyetle kabul edip aldım.” (Son Şahitler-III/140)
Düşündürücü bir başka hassasiyet
Üstad Bediüzzaman’ın hayatında cimrilik gibi israfın da yeri yoktur. İhtiyaç fazlası olan bir yiyeceği, hiç israf ettirmeden, en iktisatlı ve en insaflı şekilde değerlendirmek ister.
İşte, bu halin bir nümunesi olarak, ihtiyaç fazlası gibi görünen bazı yiyeceklerin değerlendirilmesi için, bakın talebelerine nasıl yol gösteriyor ve ne gibi tavsiyelerde bulunuyor: “Kardeşlerim! Hem benim iştahım kesildiği, hem hediye bana dokunduğu için, benim hisseme düşen üç parça yağ ve bir sepet üzüm ve bir kîse elma ve iki paket çay ve şekeri size gönderdim. Ben sizlere teberrük verecektim. Fakat sordum, sizinki de var. Hem ben onların fiyatıyla yoğurt, yumurta, ekmek gibi şeyleri alacağım, tâ Medresetüzzehrâ benden gücenmesin. Hem muhtaca, hem bir parça ucuz, hem lâyıklara satınız ki, iki cihetle Medresetüzzehrâ ve şubelerinin hediyeleri tam mübarek, hem bana, hem alanlara ilâçlı bir teberrük olsun. Hüsrev nezaretçi ve Ceylân, Hıfzı satıcı olsun.” (14. Şuâ’dan)