Yaranmacılık, insan olan insana yakışmıyor, yaramıyor, yaraşmıyor... Netice itibariyle bir faydası da yok. Zararı ise pekçok.
Yaranmacı tiplerin karnı tok olabilir. Ancak, ruhları aç ve ezik, vicdanları bîilâç ve bozuktur onların. Ayrıca, vicdanî huzurdan da mahrûm ve nasipsiz olurlar.
Bu durum, aynı zamanda Asr Sûresi’ndeki şu meâldeki âyet ile tam isabetli bir sarâhat kazanıyor: Muhakkak ki, insanlar hasârettedir. (İnne’l-insâne lefî husrin.)
İŞGALCİLERE YARANMAK
Mâlûm, 13 Kasım 1918, yakın tarihimizin talihsiz bir günü. O talihsiz günde, toplam 61 parçalık İngiliz, Fransız, İtalyan müşterek donanması, Çanakkale Boğazı’nı geçerek Marmara’ya giriş yaptı ve yine aynı gün içinde İstanbul önlerine gelerek muhtelif noktalardan karaya asker çıkardı.
İstanbul’un fiilen işgalini netice veren bu baskıcı hareket, zayıf karakterli sünepeleri, hatta yüksek mevkide bulunan bazı kimseleri dahi zamanla yaranmacı bir hale getirdi. Öyle ki, sinsice yürütülen İngiliz plânı ile kurulan “İngiliz Muhibbân Cemiyeti”ne pekçok yaranmacı karakter gidip üye oldu. Üye olmakla da kalmayıp meddahlık yapma zilletini irtikâp etti.
İşte, tam da o tarihte İstanbul’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî, sansür baskısı altındaki matbuat lisanı ile pervâsızca konuşmaya başladı. Gizlice tâbettirdiği “Hutûvât-ı Sitte” isimli eseriyle, gaddar işgalcilere meydan okudu: “Tükürün o ehl-i zulmün hayasız yüzüne!” diyerek, üstelik kefenini de boynuna takarak halkı, bilhassa medrese ehlini yüreklendirdi. Aksi yöndeki hâl ve hareketleri ise, “Cesetten evvel rûhun ölmesi” şeklinde gördü ve bunu umuma da anlatmaya çalıştı.
Esasen, onun bu yaptığı, bir Müslümanın izzetine, şerefine yaraşan ve haysiyetine yakışan merdâne bir tavır idi. İşte bu izzetli tavır, onu hayatı boyunca hep aziz kıldı, gönüllerde, yüreklerde yaşattırdı.
Evet, o daima şu ölçüyü baz alarak hareket etti: Zillet içinde yaşamaktansa, izzet ile ölmek daha evlâdır.
Konumuzla doğrudan bağlantılı bir atalar sözünü (darbımesel) de burada nakletmek yerinde olur. Şöyle ki: Eksik olsun zilletle boyun eğerek, kazandığın ekmek...
KEMALİSTLERE YARANMAK
Yaranmacı denince, gözümüzün önüne türlü-çeşitli tipler geliyor. Bunları muhtelif kategorilere göre sınıflandırmak da mümkün.
Ama, şu sıralar bizi en çok ilgilendiren tipler, mütedeyyin geçinen “dindar” görünümlü yaranmacı kimselerdir.
Bunlar “Atatürkçülük” etiketi altında jakoben Kemalistlerle adeta bodoslama şekilde yaranma yarışına katılmış durumdalar. Ki, aslında en sırıtkan, en iğrenç ve en tiksindirici olanı da bu kesimdir.
Ne gariptir ki, bu durum eskiden pek yaygın değildi. Hani, dindar görünümlü olarak, sadece ordunun başı Fevzi Paşa ile Diyanetin başı Rıfat Börekçi vardı; Kemalist geçinen veya öyle görünen kişiler olarak.
Demek ki, günümüzde ve özellikle AkParti iktidarı döneminde aynı damar tekrar depreşip canlandı. Hem öyle bir canlanma ki, iş bu “Dindar Atatürkçü” versiyon, diğer bütün yaranmacıları adeta geride bırakırcasına yarışı önde götürme hevesiyle çalışıyor.
Bunlar, öyle ki, Mustafa Kemal’e her türlü mukaddes sıfatı yakıştırmaktan geri durmadığı gibi, yalanlarını ifşa edenlere her türlü hakareti revâ görmekten de imtina etmiyor.
Oysa, bu tarz davranışlar, bize göre fikren âciz, hatta müflis olan kişi ve zümrelerin işidir. Ancak onlara yaraşır ve yakışır. İzzetli ve hamiyetli duruş sahiplerine ise, yaranmacılık tarzındaki bir davranış biçimini asla yakıştırmadık ve yakıştıramıyoruz.