"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Nerde bu devlet...

Mehmed KILIFOĞLU
20 Aralık 2014, Cumartesi
“El-Adl” sıfatı, Cenâb-ı Allah’ın “adil” isminin kâinattaki yansımasıdır. Kâinatta her şey adalet üzerinedir.

Adaletsizliği yaratılanlar yapar. Adaletsizliğe uğrayan, Cenâb-ı Allah tarafından adaletsizliğe uğratılmış değildir. Çünkü, mazlûm, mazlûmiyetinin karşılığını ahirette zalimden misliyle alır. Karşı taraftan alabileceği bir sevap yoksa, ona kendi günahlarını yükler, kendi günahını azaltır. Yani hak yerde kalmaz. Hakkı olan hakkını her halûkârda alır. Boynuzsuz koyun bile hakkını boynuzlu koyundan alacaktır. Bu sebeple mazlûm olmak, zalim olmaktan her hal ve şartta daha iyidir. Zaten Cenâb-ı Allah’ın “El Adl” yani adil sıfatı olmasaydı, cennet ve cehennem de olmazdı. Cenâb-ı Allah rahmeti gereği, nispeten küçük olan adaletsizlik ve zulümlerin bir kısmının karşılığının bu dünyada ödetilmesi lütfunu biz yaratılanlara vermiştir. Böylece; zulmün karşılığının tamamı veya bir kısmı bu dünyada ödettirilerek Kıyamet günündeki hesap anına gelmemesi ya da kısmî olarak gelmesi nimeti, aslında büyük bir nimettir. Adil bir adalet sistemi bu yönüyle bir anlamda helâlleşmeyi sağlar.

Bütün dünyadaki adalet sistemlerinde görevli olan yargıç ve hâkimler, Cenâb-ı Allah’ın adaletinin yeryüzündeki emanetçisidirler. Kim bu ağır emaneti kötüye kullanırsa vay halinedir. Bu sebeple bir önceki yazımda, “ülkenin adalet kurumlarına her zaman güvendim” ile başlayan düşüncelerimi yazdım. Hâkim, Cenâb-ı Allah’ın kendisine verdiği bu emaneti, Cenâb-ı Allah’ın “El Adl” ismine hıyanet edecek şekilde kullanırsa, bu karar ile hapishane mazlûm için Yusufiye’ye dönüşürken, bu kararı veren için ise; -Allahu âlem- içinde daha uzun bir süre konaklanılacak, öbür tarafın ateşe bakan kısmından bir mülk en azından bir devre mülk edinmiş olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, kul hakkını affetmeyeceğini açıkça ilân etmiştir. Bu işin şakası yoktur.  

Adaletin tecellisi kanun ve vicdan muhasebesinde olmayıp; güç, keyfiyet ve siyasete göre tecelli ettirilecek olursa; o toplumun ne bu dünyada, ne ahirette iflâh etmesi mümkün değildir. Hele adalet kadroları işe alınırken; tamamen bu kadroları belli bir grubun elemanlarına tahsis etmek, tahsis edilenden çok tahsis edenin günahıdır. Devlet yönetiminde katılımcılığı sağlamak arzu edilen bir şeydir, ama devlet yönetimi şerik kabul etmez. “Ne istedilerse verdik” deyip sonradan ağlamak olmaz. Siyasetin gereği; hatır için işe aldığınız bir, iki, üç, beş insan olabilir, ama belli kadroları, belli gruplara tahsis edip sonrasında ağlamak, siyasetçinin aczidir.  

Bir insanın; bir bilgi, kültür veya cemaat havuzundan yetişmesi, o havuzun değerlerinden etkilenmesi bir suç değildir. Bir insan hayatının her döneminde kendisine yakın gördüğü bu havuzlardan birine dahil veya yakın olabilir. Meselâ bir üniversite öğrencisi, İskender Paşa Cemaati, Süleyman Efendi Cemaati, Atatürkçü Düşünce Derneği, Greenpeace veyahut Yeşiller gibi bir havuza dahil olup; bu havuzun değerlerini benimseyip kişiliğine katabilir. Burada bir sıkıntı yoktur. Ama bu kişi, kamuya ait alanlarda bu dahil olduğu grubun diğer üyelerini, toplumun diğer üyelerinin aleyhine olacak şekilde menfî olarak üstün tutup negatif ayrımcılık yapıyorsa, bu durum da kabul edilemez. Meselâ bir belediye otobüsü şoförü, kendisinden olmayan olarak kabul ettiği birini bu belediye otobüsüne bilet veya ücreti mukabili bindirirken, kendi cemaat veya grubundan olarak bildiği bir kişiyi, bedava olarak bindiremez. Çünkü kamu hizmetlerinden, herkesin ayrım yapılmaksızın eşit bir şekilde yararlanma hakkı vardır. Aynı durum, tersinden bakıldığında da geçerlidir. Devlet ya da kamu otoritesi, bir vatandaşına, bu kişi şu gruba ya da düşünce kuruluşuna mensup veyahut şu cemaatten diye negatif bir tutum geliştiremez, zararına olacak şekilde ayrıma tabi tutamaz. Meselâ bir işe girişte herhangi bir gruptan gelecek bir tavassuta yüz vermemesi gerektiği gibi, şu gruba mensup diye o kişiye karşı menfî bir tutum içinde de olmaması gerekir. O grupta suç işlemiş ya da suç işlediğine inanılan birileri var diye, o grubun geride kalanları potansiyel suçlu kabul edilip, topyekûn ortadan kaldırılmasına kalkışılmamalıdır. Ya da bir gruba dahil olması ona avantaj sağlamamalıdır. Meselâ, bir imam hatiplinin eğitim hayatında önünün kapatılması nasıl bir kul hakkı ise; sırf imam-hatipli diye işe alımda öne konulması ya da işyerinde bilgi, kıdem gibi kriterler göz önüne alınmayıp bir terfide öne çıkarılması da bir kul hakkıdır. Devletin vatandaşına yaklaşımı Ahmet oğlu Mehmet’ten ileri olmamalıdır. Bugün yargının ve devletin siyasallaşması denilen sıkıntının ana sebebi budur. 1990’lı yıllarda Seyfi Oktay, akabinde Mehmet Moğultay ile zirve yapan, hatta Moğultay’ın “Bu aldığımız kadrolar, ileride yeşerecek demokrat insanlardır” anlayışıyla zirve yapan adaletin siyasallaştırılması süreci, AKP yetkililerinin itirafıyla 2002 sonrası da yine hız kazanmış. Dolayısıyla her mahkemeye düşenin “Acaba hangi mahkemeye düştük, şu mahkemede bizimkiler mi vardı, diğerleri mi vardı?” diye bakmaları, bu ülkenin ahlâkî açıdan dip yaptığının ve çöküşe gittiğinin bir ispatıdır aslında. Çünkü ülkeleri çökerten savaşlar değildir. Bir dünya savaşı bile kaybedebilirsiniz, ama bir milleti millet yapan ahlâkî değerleriniz var ve kuvvetli ise, ardından hızla toparlanabilirsiniz. Meselâ; Almanya, Japonya... Japonya iki atom bombasına maruz kaldıktan sonra bile, 20 yılda eskisinden daha güçlü ayağa kalkmıştır. Adil bir adalet sistemi, toplumu çok çabuk birleştirir. Fakat adalet sisteminiz ister siyasî, ister farklı bir sebeple taraflı hale gelip dağıtacağı adaletten şüphe edilir hale gelirse; adaletsizlik adalet yerine geçer. Meselâ ülkenin kamu dış borcunun 120 milyar doları aştığı bir ortamda,  devlet “İtibardan tasarruf olmaz” mantığıyla israfa girişirse, Diyanet İşleri Başkanı’nın altına bir milyonluk Mercedes çekilirse, 140 milyon borcu olan Düzce Belediyesi Başkanı altına yedi yüz bin TL’lik Audi çekerse; insanlar artık; “Bu harcanan paralar benim paralarım, Ben bu adamlar kadar para harcamasını bilmiyor muyum? Ödediğimiz vergilerin nerelerde çarçur edildiği belli” deyip, “Acaba ben de bir yolunu bulup vergi mi vermesem?” şeklinde düşünmeye başlayabilirler. Ayrıca bu “yokluk içinde bolluk” sözünü akla getirir. 

Adaletsizliğin kötü bir huyu vardır. Çok bulaşıcıdır. Adalet grip olursa, diğer kurumlar zatürreye yakalanır. Meselâ keyfî adaletin hüküm sürdüğü bir yerde, iktidarın lehine yazan bir gazeteye yıllar boyu bir denetçi uğramazken, muhalif görünen bir gazetede düzenli olarak gönderilen ve havada uçan sinekten nem kapan denetçiler görebilirsiniz. Sahibi sizin tarafınızda olan bir finans kurumunun yolunun nerede olduğunu hiç bir devlet denetçisi bilemezken, tarafınızda olmayan bir finans kurumunun yolu adeta bir “su yolu” haline getirilebilir. Kanunun bir tarafa uygulanıp bir tarafa uygulanmaması, kanunsuzluğun en büyüğüdür.

İktisadî ve sosyal hayatta, devlet kurumlarında, özel kuruluşlarda, cemaatlerde ve cemiyetlerde bir devlet tarafsa o devlet batar. Sürekli söylüyorum deyip “Taraf olmayan bertaraf olur” düşüncesi insanların gözüne gözüne sokulduğunda, bu düşünce kalplerin derinliklerine ilmik ilmik işlendiğinde, artık orada millet de falan kalmaz, bertaraf olur gider…

Biz bu devleti, bu milleti yolda bulmadık. Bu devlet, bu topraklar ve bu millet, bize bin yıllık Malazgirt 1071’in, Alparslan’ların, Fatih Sultan Mehmed’lerin, Yavuz Sultan Selim gibi devlet dehalarının, Yunus Emre, Mevlânâ, Bediüzzaman gibi gönül sultanlarının mirası... Dedem, o zamanki birçok Anadolu askeri gibi, Kurtuluş Savaşı esnasında bilfiil sekiz sene askerlik yapmış. Abartı değil, tam sekiz sene... Askerlik görevi bitip bir akşam saati eve döndüğünde, anneannem ve dayım ve teyzemler kendisini tanıyamadıklarından kapıyı kendisine açmamış. Dedem muhtarı getirmiş kapıya, Muhtar şehadet etmiş, Demiş ki “Vallahi de, billahi de bu senin kocandır, ismi de şudur.” Kapı öyle açılmış.  Bu ülke bugüne buralardan gelmiştir. Ülkeme ve milletime ilân ediyorum. Bu ülkede “Taraf olmayan bertaraf olmaz”. Kimse kimseyi bertaraf edemez. Bu devlet bir çadır devleti değildir. Herkes inandığı gibi düşünmek, düşündüğü gibi yaşamak hakkına sahiptir. Hiç kimse kendini 1930’ların Cumhuriyet Halk Fırkası yerine koymasın.   

Okunma Sayısı: 1651
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Tuncay Özkan

    20.12.2014 18:24:06

    Yazar, yine önemli bir konudan yüzünün akıyla çıkmış. Yazı oldukça uzun yinede bir çırpıda okunuyor. Yazılarının hikayemsi bir tadı var. Böyle bir tada ihtiyaç varmış demek ki. Gazete için iyi bir kazanım.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı