"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İlim olmadan kültür olmaz

Melek ŞAFAK
16 Temmuz 2015, Perşembe
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanı Abdurrahman Şen:

“Toplumlar, kültürleri ve geleneksel kültür çizgilerini geliştirmeleriyle inkişaf ediyor, gelişiyor ve devamlılıklarını sağlıyorlar. Biz bu noktada biraz yaralı bir toplumuz. İnancımızı anlama, anlatma, yorumlama noktasında da sıkıntılarımız olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kuru dâvâ ve sloganlarla bu iş yürümez. Mutlaka ilimle bilgiyle bunun çerçevesinin çizilmesi lâzım.

Kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?

1955 Sivas doğumluyum. 1958 yılında İstanbul’a taşındık. Fatih İlkokulu’nu bitirdim, devamında İstanbul İmam Hatip Okulu ve Zeytinburnu İhsan Mermerci Akşam Lisesi’nde okudum. Yüksek öğrenimimi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladım. Gazetecilik ve yazma hevesim o dönemlerde başladı. Basında 40. yılımı 2015 yılında doldurmuş olacağım inşallah. Bunu da ilk olarak burada paylaşmış olalım. Gazeteciler biraz fazla kurum değiştirirler. Ben ise bu kırk yıl içerisinde birkaç gazete ile sınırlı kaldım. Bunların içerisinde en uzun süreli bulunduğum yer Yeni Asya gazetesidir. Her yerde özellikle altını çizerek ifade ederim bunu. Üç yıldan beri de İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı’nı idare etmeye çalışıyoruz.  

“İBB Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı” gerçekten çok ağır bir sorumluluk! Görev aldığınızda eksiklik olarak gördüğünüz neler vardı; neler için çok hızlı bir şekilde mücadele etmeye başladınız?

Evet, her makam bir mesuliyet gerektirir, fakat konu kültür olunca daha büyük bir mesuliyet taşıyoruz. Biz, çok köklü bir medeniyetin mensuplarıyız. Lâkin çeşitli etkilerle bu medeniyetten uzaklaştığımız, uzaklaştırıldığımız noktalar olmuş. Bu nedenden dolayı günümüzde aynı inancın, aynı siyasî görüşün ya da aynı dinî inancın etrafında toplanmış insanların arasında dahi çok farklı anlayışların ortaya çıkabildiğini görüyoruz. Böylece, bir noktada “bir doğru vardır” diye bir şey de söz konusu olmuyor; birçok farklılıklar gerçekleşebiliyor. “İstanbul Kültürü” denildiği zaman ise, herkes çok farklı anlamlar çıkarabiliyor. Bundan dolayıdır ki; kavramların da karıştığı bir ortamda İstanbul’un kültüründe söz sahibi ve yönlendirici olmak maddî ve manevî mesuliyeti çok büyük bir duygu oldu bizim için. Benim, ne ile karşılaştığım veya önceliğim dediğinizde de... Üç yıl evvel 12 Ocak günü “Bismillah” deyip görev aldığımızda, başlıca sıkıntımız tiyatro alanındaki zayıflığımız, hatta yokluğumuz idi. Dünyanın ve medeniyet tasası çeken insanların ortak kanaati buydu. Bununla ilgili çok önceden de düşüncelerimiz ve paylaştığımız görüşlerimiz vardı. Bunu gidermek üzere hazırlıklar yaptık. İçerideki yapıyı gördükten sonra, mevcudun çalışması yürürken, diğer yandan Şehir Tiyatroları konusundaki eksiği gidermek üzere ayrıca çalışmalar yapılması gerektiğine karar verdik. Bu açığı kapatmak üzere, “Gösteri Sanatları Atölyesi” adı altında eğitim ve uygulama birimleri olan yeni bir yapılanmayı başlattık. Yurtdışından gelip İstanbul’da bir şeyler yapmak isteyen çok sayıda gruplar var. Diğer yandan ise kültürel olarak İstanbul’un yurtdışına çıkışı vardı. Biz göreve geldikten sonra imzalar atıldı ve G. Kore ile çok ciddî bir proje gerçekleştirdik. G. Koreliler 2013 yılında İstanbul’da yirmi üç günlük bir etkinlik yaptı. Biz de bunun ardından 2014 yılının Eylül ayında İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak G. Kore’de on günlük bir etkinlik yaptık. Bu etkinliğimizin içerisinde kültürümüzün hemen her dalından -altını özellikle çizerek ifade ettiğimiz gibi, popüler hiçbir şeye prim vermeden- halk oyunlarımızı götürdük. Halk oyunlarımızı da otantik ve gerçek yerel biçimi ile taşıdık, ‘Köy Seyirlik’ sunumu yaptık. Burada belki de üzerinde çokça durulması gereken, “Ne! Köy seyirlik mi? İstanbul’u yurtdışına köy ile mi tanıttık biz?!” diyen ve sanata da ilgili olduğunu iddia eden insanların varlığıydı. Bu insanlar köy seyirliğin ne olduğundan ve estetik boyutundan habersizlerdi ve bizi çeşitli biçimlerde popüler bazı sunumlara teşvik etmeye çalıştılar. Fakat biz yine de otantik oyunlarımızla, mehterimizle gittik. G. Kore’nin sanat danışmanları, uzmanları bize; “Bu kadar üst düzey bir estetik grupla G. Kore’yi imtihan etmeye mi geldiniz? Ne kadar yüksek bir sanat düzeyi!” dediler. Bu köklü sanatlarımıza elimizi attığımız zaman kendini muhafazakâr, İslâmcı, sağcı gibi tanımların içerisine koyan insanların bile “Ya geçin bunları, şöyle bir şey olsa...” dediğine şahit oluyoruz. Bakıyorsunuz ki size bir Batı modeli teklif ediyorlar. Kafası çok karışık bir ülkedeyiz. Kendi kültürümüzden yola çıkarak sağlıklı işler yapıyor olmak ve bununla dış dünyaya açılmak önceliğimiz olmalı diye düşünüyorum. 

KOLAY KOLAY YORULMAM

Kendi kültürümüze dair her şeyi geri plana ittiğimiz için, bu tarz projelerde de hazırlıksız bir toplum olduk maalesef ki! Bu çalışmaları yaparken, arka plandaki kişilerin yetersizliği ya da gerekli donanıma sahip olmamaları da yordu mu sizi? 

Kendimle ilgili bir şey söylemem zor, ama kolay kolay yorulan biri değilimdir. Konu kültür ise bu daha da kesindir. “Biz oraya şöyle gitmeliyiz ve hazırlığımızı buna göre yapmalıyız!” dediğimde, ekip arkadaşlarımın bazıları “Basit ve daha popüler bir şeyler yapalım. Bir sanatçımız çok iyi Fransızca şarkı söylüyor” diye itiraz ettiler. Fakat bir sanatçımızı Brüksel’e götürüp Fransızca şarkılar söylettirince bizim sanat değerimizin ne kadar yüksek olduğunu anlamış olmuyor ne yazık ki Batılılar. Sadece “Bunlar da bizim gibi, bizi taklit ediyorlar!” deyip geçiyorlar. Siz, kendiniz olmuyorsunuz! Kaldı ki, özellikle son yıllarda UNESCO ve Avrupa Birliği Kültür Fonları bütün dünya üzerindeki -alt kültürler de dâhil olmak üzere- her şeyi fark etmeye ve bunları ortaya çıkarmaya çalışıyorlar. Böyle bir ortamda bizi oluşturan, mayalayan -ister “yerli kültür”, ister “Anadolu kültürü”, ister “Türk kültürü” diyelim-  bu kültürün, yıllardan beri özellikle ihmal edildiğini söyleyen bizlerin bu kültürü taşımaktan imtina etmesini anlayamıyorum!

“BİZDEN ADAM OLMAZ!” HASTALIĞI

Toplum olarak kendi kültürümüze -ister Anadolu, ister İstanbul-, kendi özümüze bu derece sırtımızı dönmemizin sebepleri ne olabilir sizce?

Topluma yerleştirilmiş olan kompleks! Bunu iki boyutta incelemek lâzımdır. Nedenlerden biri, genel anlamda Türk milletinin üzerine bütün unsurlarıyla empoze edilmiş olan “Bizden bir şey olmaz!” görüşüdür. Diğer yandan, eğer dinî hassasiyet taşıyan, kültürüne ve geçmişine daha bağlı olmaya çalışan bir kişiyseniz ikinci bir kompleks daha yaşıyorsunuz ve “Batının karşısına böyle mi çıkacağız biz?” düşüncesi ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Merhum Mehmet Âkif Ersoy’u ve onun “Safahat”ını hiç okumayan bir millet olmamızın bunda çok etkili olduğunu düşünürüm ben. Çünkü Mehmet Âkif özellikle; “Yeter artık! Bu milletin zihninden ‘bizden adam olmaz’ lâfını çıkaralım!” diye ifade ediyor. Buradan da anlıyoruz ki “Bizden adam olmaz!” anlayışı bize son elli-yüz yılda gelmiş bir hastalık değildir. Merhum Mehmet Âkif Ersoy bundan yüz yıl evvel bu konudan rahatsızlık duyuyor ve ifade ediyorsa eğer, demek ki bu hastalık bize Osmanlı’nın son dönemlerinde sirayet etmiş. Bu anlayıştan uzaklaşıp tarihimizin bize ışık tutacak olumlu yollarını, ünlülerini, önemlilerini, düsturlarını belirleyip onları sağlıklı bir şekilde değerlendirip yola devam etmek gerekiyor. Soruyorsun; Osmanlı’yı seviyor musun? “Seviyorum.” Neden? “Ne güzel kavuk, kaftan, şalvarı var!” Sevmiyor musun? “Sevmiyorum!” Neden? “Ne o öyle kavuk, kaftan, şalvarı var!” Osmanlı bir kavuk, kaftan, şalvardan ibaret değildi! Osmanlı’yı Osmanlı yapanın ilim, bilgi ve adalet duygusu olduğunu, bunun ise bir birikim bir ruh ile oluştuğunu ve gerçekleştiğini bilmemiz, anlamamız gerekiyor önce. Toplumumuzun tamamı sakal bırakıp şalvar cüppe giyerse, çok ileri bir millet olmayız. Şekil şemâl ile ilgili değil bu! Şekillere ve sloganlara takılmadan hangi ruh, hangi bilgi birikimi ile yol alınmış, bir bakmak gerek. Bunlar son derece önemli. Bazen bunları atlayıp “Bende bu iman varken!” diyoruz biz. Fakat Hz. Musa (as) ile Firavun’un mücadelesini de bir hatırlayalım lütfen!..

İNANCIMIZI ANLAMA, ANLATMA VE YORUMLAMA SIKINTIMIZ VAR

“Daha öncesinde, kalıplaşmış zihinlerde de sloganlar ve şekiller ile işi bitirme gayreti vardı. Biz, biraz daha işin içine girmeye, onu yansıtmaya çalıştık” dediniz. Bu konuyu biraz açabilir miyiz lütfen? 

Toplumlar, kültürleri ve geleneksel kültür çizgilerini geliştirmeleriyle inkişaf ediyor, gelişiyor ve devamlılıklarını sağlıyorlar. Biz bu noktada biraz yaralı bir toplumuz. İnancımızı anlama, anlatma, yorumlama noktasında da sıkıntılarımız olduğunu söylemek yanlış olmaz. Merhum Mehmet Âkif Ersoy son üç yüz yılda din anlayışımızdaki bozulmadan bahsediyor. Demek ki olaylara dört yüz yıl geriye giderek bakacağız. Buradaki en önemli unsurun okumak ve okuduğunu doğru anlamak olduğunu bilmeliyiz. Günümüzdeki en büyük sıkıntılarımızdan biri de budur. Okuduğumuz şeyleri kendi mahallemize göre yorumlamaya çalışıyoruz. Yine G. Kore’den bir misal vereceğim. Etkinliğin içerisinde “Kore-Türkiye Edebiyat Buluşması” günleri de söz konusuydu. Biz bu çerçevede Kore’de “Dede Korkut’u, Mevlânâ’yı, Hacı Bektaş-ı Veli’yi ve Yunus Emre”yi anlattık. Bu anlatımlarımızdan sonraki değerlendirme toplantısında, yetmiş yaşında olduğunu ifade eden bir Koreli kalktı ve “Bu önemli ve evrensel fikirlere sahip olan insanları neden bu güne kadar gelip bize anlatmadınız?!” diyerek sitem etti. Bir başkası ise; “Anlattığınız bu insanların o kadar önemli fikirleri var ki, ben bu insanları orijinalinden okumak için ilk fırsatta Türkçe öğrenmeye başlayacağım” dedi. Bu olaya şahit olan arkadaşlarımızın önemli bir bölümünün gözleri yaşardı. Tercihimizi ona göre yapmıştık. Birkaç kişi hariç bu isimleri ilk defa duyuyorlardı. Koreli kardeşlerimizin içinde öğretim üyeleri, profesör ve doçentler olduğunu ve böyle bir kitleye hitap edildiğini de ifade etmem lâzım burada. Kendi kültürümüzü evrensel olarak dünyaya anlatmamız lâzım. Bu, neden mi önemli? Dünya bugün “hümanizma-insanlık” diye bir şeyin peşinden gidiyor, çerçevesini ona göre çiziyor. Biz ise Koreli kardeşlerimize; “Hümanizma dediğiniz düşünce 19. yüzyılda Batı’da gelişmiş, şekillendirilmiş ve buna ‘insan sevgisi’ denilmiş. Benim Resûlümün ‘Veda Hutbesi’ üzerine başka bir insan hakkı beyannamesi yok!” dedik. Bunun estetik ve sanatsal yorumlamaları 11., 12., 13. yüzyıl Anadolu’sunda Hz. Mevlânâ, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre’ler ile zirve yapmış mı? Yapmış! Batı, bundan en azından yedi asır geride. Ama biz Batı’nın, 19. yüzyılda çizdiği ve adına “Hümanizma” dediği kavramın içini doldurup, onun peşinden koşmaya çalışıyoruz! Dünya hâlâ Hz. Mevlânâ’nın, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Yunus Emre’nin eteğine su dökecek kapasitede bir adam çıkartamamış. 

Etiketler: melek şafak
Okunma Sayısı: 4152
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı